BİR VİZÖRÜN ARKASINDAN...
Objektifimden yansıyanlar.
1 Şubat 2013 Cuma
Orhan Pamuk'un Çalışma Odası
Orhan Pamuk'u okuyamayanlardanım. Evet bunu da büyük bir rahatlıkla itiraf edebilirim sanıyorum. O sayfalarda şu ana kadar 20 rakamını görememiş durumdayım. Ama yine de şu kitap kapağı daha doğrusu şu fotoğraf konusunda uzun zamandır yazmak istiyordum, nasip bugüneymiş.
Kesinlikle ama kesinlikle bir yazarın evi böyle olmalı. Muhtemelen de yazarın çalışma odasına bakıyoruz. Çerçevenin sağında alabildiğine uzanan kitaplar ve belki de yazılmayı ve ilham bekleyen taslaklar, notlar kümesi başlıyor. Koltuğun yanında da beğendiği yazarların kitapları olmalı. Bu anlar geç saatlerde de oluşuyor olmalı ki, kitap sayfaları üzerine bir de çalışma lambasının ışığı vuruyor. Duyamıyoruz ama bu kitap okuma anında mutlaka mutlaka bir müzik eseri eşlik ediyor. Klasik müzik olduğunu düşünüyorum. Müziğin pikaptan cızırtılar eşliğinde geliyor olması bu ortama daha da lezzet katar.
Dediğim gibi yazarı okuyamasam da, bu fotoğrafa bayıldım hayatımda gördüğüm en enfes çalışmalardan birisi.
9 Mayıs 2012 Çarşamba
Sarı... Kırmızı... Şampiyon... Cimbom...
Babam
her zaman, beni 3 yaşından beri maçlara götürdüğünü söyler. Ne zaman
düşüncelerimi zorlasam, Yeni Garaj’da Türk Bayrağı yakan İngilizler, çok
küçükken gidilen Altay sezon açılışı, bazı hayal meyal görüntülerin dışında, şu maç
gerçekten “Sarı... Kırmızı... Şampiyon... Cimbom...” diye bağırdığım ilk maç
olarak kayıtlarda yer alıyor... 1986-1987 sezonu İzmir Atatürk Stadı’nda
oynanan Altay – Galatasaray maçı, 2 gol attığımızı net hatırlıyorum ama 2-0 mı,
2-1 mi bitti bilmiyorum... Aklımda kalanlar da parça parça... Hafif çatlak Arşimet lakaplı bir amigonun
devre arasında elinde pankartlarla gelip tribünü coşturması. (Aynı adam bir
gazetede sezon sonu şampiyon olunca yine elinde pankartla görüntülenmişti:
“Heykelini Dikeceğim Dewrall)... Babamın oynanan futboldan oldukça memnun kalması ve şampiyonluk
umudunu arttırması... Kayıtlarımda yer alan ilk resmi tezahürat... “Turuncudan
iz taşıyan tok bir sarı ve Vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızıdan oluşan
bayrağın kalbimi sonsuza kadar fethettiği gün...” Sarı... Kırmızı... Şampiyon...
Cimbom... Yaş 10...
Sonraki
sezon yapılan güzel transferler ve Galatasaray oyunu domine edişi... Birden
Avrupa’da 1. Turdan ötesini görememiş bir ülke, Şampiyon Klüpler Kupası’nda 2.
Turu görüyor… Ama ilk maç 3-0 kaybedilmiş.
Siyasi olaylar, sahaya girenler, futbolu almış, siyaseti getirmiş.
Konsantrasyon bozulmuş zaten yenilen 2 gol de bu arada gelmiş. 2 hafta sonra
rövanş var. Rövanşta kimsenin umudu yok ama birden radyoda dinleyen bütün ülke
kendinden geçiyor... 1… 2... .3... 4... 5... 5-0 bitiyor maç ve bir Türk takımı
Şampiyon Klüpler Kupası’nda ilk kez çeyrek finale çıkıyor. Derken kara
bulutlar... Maç iptal ediliyor, Galatasaray hükmen mağlup sayılıyor... Artık 11
yaşına gelmiş o çocuk duyar duymaz gözyaşlarına hâkim olamıyor... “Hakkımızı
yemişler” diyor... Teselli eden babası oluyor... “Merak etme oğlum, elbet düzeltirler...”
Düzeliyor da... Umut tekrar yeşeriyor, hatta 11 yaşındaki o çocuk hayatında ilk
ve şimdiye kadar tek Avrupa yarı finalini babası ile birlikte İzmir Atatürk Stadı’nda
canlı canlı izliyor.
Yıllar
hızla geçiyor... Parça parça görüntüler akıyor... Karla kaplı bir sahada son
dakikada kaçan gol... Old Trafford’da 2-0 geriye düşüp de 3-2’yi bulduğumuz bir
İngiltere akşamı... 4 sene üst üste şampiyonluk... Parken stadında final için
sahaya çıkan aslanlar… Çıkan bir omuza
rağmen hırsla bakan ve omzunu sardıran bir kaptan… Sonra o çıkan omuzun
üzerinde yükselen UEFA Kupası... 3 ay sonra gelen Süper Kupa... Kara günler... O
karaltının içerisinden filizlenen ve 16 dakika beklemek gereken bir
şampiyonluk... Kara, kapkara günler, düşmenin kıyısından dönülen bir sezon...
Elimizden alınan evimiz Sami Yen... Daha bizim olamamış, hiçbir şey
hissettirmeyen bir başka ev, Arena...
Artık
her şeyi geride bırakalım yeni başkan liderliğinde yeni bir takım kuralım
umutlarımızı yeniden yeşertelim derken o beyaz sayfaya dökülen iğrenç lekeler...
Lekeleri temizlemek için elini bile oynatmayan bir federasyon... Saçmasapan ve
uydurulan kararlar, değiştirilen statüler... Karar almanın basit olduğu ama
basiretsiz ellerde uzadıkça uzadığına tanık olduğumuz günler... Sadece bir
sezon uygulanacak ve birilerini kurtarmak için uygulandığı apaçık sistemler...
34 hafta sonra 9 puan farkla gelen liderlik. Puan farkını yarıya indiren 6 maç
daha oynattıranlar… Sonunda puan farkını öyle ya da böyle eritenler ve son maça
bırakanlar, bıraktıranlar...
İçimdeki,
o 11 yaşında da böyle isyan eden çocuk bana ağlamaklı gözlerle bakıyor..
“Hakkımızı yemişler” diyor. Konuşamıyorum. O zaman babamın teselli ettiği gibi
onu teselli edemiyorum.. Çünkü bu sefer bu haltı yiyen düzenin kendisiyken
ağzımdan çıt çıkamıyor. Ona aynı yüz
ifadesi ile bakıyorum gözlerim dolu... “Yapacak bir şey yok” diyorum... Bana
uzun uzun baktıktan sonra ortadan kayboluyor.
Ben içimdeki çocuğu kaybetmenin de öfkesi ve mutsuzluğu ile yıkılıyorum.
Artık hiç bir şey umurumda değil. Türk futbolundan tamamen kopuyorum, midem
bulanıyor bu sahnelenen sahte, vıcık vıcık gösteriden... Ağlıyorum, uğruna,
peşinden koştuğum kızla ilk buluşmamı iptal edip, bunun yüzünden kıçıma tekmeyi
yedikten sonra biricik sevgilim diye bağırmaya Ankara 19 Mayıs Stadına
koştuğum, gönül verdiğim, aşık olduğum
renklere yapılanlara tahammül edemiyorum. Kahroluyorum.
Sonra
çocuk kaybolduğu yerden gözyaşlarımı silmeye geliyor elindeki kumaş ile.
Bakıyorum; yıllar öncesinden gelen, el emeği göz nuru, iki kumaş parçasından
yapılma bayrak... Turuncudan iz taşıyan tok bir sarı ve vişneye çalan koyuca
tatlı bir kırmızı... Yıkılmışım, ruhum yıpranmış, berbat bir haldeyim ama
biliyorum ki tüm bunlar o renklerin suçu değil. Çocuk elimden tutuyor ve heyecanla
transfer döneminde kimi alırız diye muhabbet açıyor. Üzerimize parçalı
formalarımızı geçirip, kombine yenilemeye Arena’ya gidiyoruz. Spordan
soğuyorum, futboldan soğuyorum, hayattan soğuyorum ama Galatasaray’dan
soğuyamıyorum…
5 Mayıs 2012 Cumartesi
Hıdrellez... Çocukluğum...
Hıdrellez demek aslında biraz da, ne birazı tamamen İzmir
demek benim için. Çocukluğumun, ilk gençliğimin geçtiği güzeller güzeli
memleketim. İzmir’de büyüyen her çocuk gibi bizler de Hızır ve İlyas
peygamberlerin buluşup yeryüzüne bereket saçmak için gönderildiğine inanılan bu
güzel gece için hazırlıklara saatler öncesinden başlardık.
Her mahalledeki kurallar tamamen aynıdır. Mahallede resmen çocuklar tarafından bir
temizlik operasyonu yapılır, her kâğıt parçası, her çalı çırpı istisnasız
değerlendirilir. Araba lastiği olmaz,
uzun süreli yanmasına rağmen çok kötü kokar. Sonra onlar bir noktada toplanır
ve mutlaka başında birileri dikilir. Çünkü her zaman kavgalı olunan yan mahalle
çocuklarından birileri ya da mahalleyi düzenli ziyaret eden çöpçüler gelip de
çalabilir, dikkat etmek lazım.
Hava karardığında ise tüm İzmir’i her yerde yanan irili
ufaklı ateşler aydınlatır. Çocuklar, gençler, büyükler çılgıncasına saatler
boyunca o ateşler üzerinden atlarlar. Ufak kazalar elbet olur ama o kadar.
Kimsenin başına bir şey gelmez, dilekler dilenir dualar edilir ve herkes evine
döner. Çocukların hemen hepsi istisnasız banyo yapması için zorlanır. Genelde
ertesi gün okul olur ve resmen marsık gibi eve gelen çocuklar temizlenir :)
Yıllar geçti ve sonrasında İstanbul’da yaşamaya başladım. Ne
oldu da her şey endüstriyelleşti? Birileri almış o Hıdrellez çocuk coşkusunu,
tanesi 25 TL’den satıyor. Neymiş, Hıdrellez kutlanacakmış. Ne oldu benim
çocukluğumun ücretsiz heyecan dolu kutlamalarına? Aslında dışarıda eğlenen,
nefes alan, enerjisini dışarıda çeşitli oyunlarda harcayan o çocuklara ne oldu?
Neden yoklar? Her şey gibi çocuk sevinci de mi endüstriyelleşti?
Dünya tüm güzellikleri yavaş yavaş siliyor ve ben
çocukluğumu, şimdi değişime zorlanan, kirletilmek için dört bir yandan
saldırılan çocukluğumun İzmir’ini özlüyorum. Hıdrellez’iniz kutlu ve yılınız
bereketli olsun.
1 Mayıs 2012 Salı
Hoşçakal Cüneyt Türel
Son birkaç ayda çok fazla ustayı kaybettik. Oysa yetişmeleri uzun yıllar sürüyor. En son kaybettiğimiz ustamız Cüneyt Türel sadece muhteşem bir tiyatro üstadı değil aynı zamanda büyük bir seslendirme sanatçısıydı. Kendisine Ajda ile düet yaptığı Palavra şarkısı ile veda ediyorum... Mekanın cennet olsun...
Radyo 3 Yok Ediliyor, Bari Tiyatroyu Kurtaralım
Radyo-3 solmasın diye haykırdık, sesimiz duyulmadı. Radyo-3
solar solmaz yok etme çalışmaları başladı. Daha da açıktan Radyo 3’ü silmek için
sistematik çalışma devam ediyor. İşte
son dönemde yapılan icraatler!
2012 yılının Ocak ayında başlayan yeni yayın döneminde, Salı
günleri yayınlanan Serhan Bali’nin Müzik Takvimi programı yayından kaldırıldı.
Bundan başka programları da yayında olan Bali’nin tamamen Radyo-3’ten uzaklaştırıldığı
öğrenildi. Nedeni açıklanmadı.
17 yıldır yayında olan bir caz programı tamamen yayından
kaldırıldı. Seyirci ile dalga geçer gibi, aynı programın arşiv kayıtlarını aynı
saatte yayınlamaya başladılar. Nedeni açıklanmadı.
Canlı yayın saat 9.00’da başlarken artık 10.30’da başlıyor. 9.00’a
kadar olan sabah kuşağını 10.00’a kadar uzattılar. 9.00’da başlayan 1 saatlik
programların tamamının yayını kaldırıldı ya da yerleri değiştirildi. 10.00’da
başlayan yarım saatlik programların tamamı kaldırıldı, yukarıda yazdığım dalga
geçme burada da aynı programların aynı saatte sanki canlı yayınmış gibi
arşivden yayınlanması ile devam ediyor. Belli belirsiz kısa bir sinyal ile
programın en başında Radyo-3 arşivinden adıyla yayın yapılıyor. Nedeni açıklanmadı.
10.30’da başlayan ve dinleyicisinin artık bir refleks eseri
radyosunun düğmesine uzandığı programlar kaldırılmaya başlandı. Serhan Bali’nin
boşalttığı yere 1 saatlik bir başka programın süresi uzatılarak konuldu, Perşembe günü 9:00’da başlayıp 1,5 saat süren
Müzik Mutfağı programı Cuma 10.30’a kaydırıldı. Cuma 10.30’da başlayan Konserler Şehri İstanbul
programı ise 2011’de geceye kaydırıldı 2012’de ise tamamen kaldırıldı. Derken
Müzik Mutfağı içinde Saadet Baykal’ın sesini sadece 5 dakika boyunca mutfak
kurdu adı altında ajandayı verirken duymaya başladık. 1.5 saatlik program 5 dakikaya düşürülmüştü
yani. Sadık dinleyicinin saat değişikliğine alışması çok zor oldu, aslında
alışmaya da gerek kalmadı, bu tam hızla devam eden, dinleyici kitlesi yaratmış üstelik programda
müzik kitapları, ücretsiz konser davetiyeleri dağıtılmaya başlamışken, bugün
aldığım haber şoke etti. Müzik Mutfağı da yayından kaldırılmıştı. Program
sunucularından Burçin Büke’ye twitter’dan sordum bir açıklama yapmadan program
sona erdi demişler. Bu kadar yıldır program yapan Gaye Çağlayan ve Burçin Büke’ye
en azından bir açıklama yapmak gerekirken, bunu yapmaya gerek duymayan bir TRT
yönetimi var.
Tüm bunların sinyalleri önceden gelmişti aslında. TRT,
sadece büyük illerde Radyo-3 frekanslarını korurken diğer illerde TRT’nin başka
kanallarına yönlendirmişti. İlk gelen
tepkiler sonrasında TRT bu konuda şimdilik frekans değişikliği yapıyoruz, Radyo-3’ü
etkisizleştirmek gibi bir durum kesinlikle söz konusu değildir demişti. Ama sonrasında
TRT yetkililerinden birisinin açıklaması yapılan işin nereye gideceğini de
açıkça ortaya koymuştu: “Türkiye’nin %7’si klasik müzik dinlemektedir” Bu
korkunç açıklama sonrasında yukarıda yazdığımız yok etme programının startı
verilmiş oldu.
Bu yazının TRT’nin kuruluş yıldönümüne gelmesi de ironik
oldu. Bugün yapılan açıklamada ve tebrik mesajında TRT’nin kalitesinden,
saygınlığından ve marka değerinden bahsedilmiş. Yorumu size bırakıyorum.
Peki, tüm bunların gündem maddesi olan tiyatro ile ne ilgisi
var. Yukarıda Radyo-3’ü Şehir Tiyatroları ile TRT’yi İstanbul Büyükşehir
Belediyesi ile radyo programlarını tiyatro eserleri ile değiştirin ve yazıyı
bir kez daha okuyun. Aynı sistematik yok etme ve yıldırma orada da yapılacak.
Sistem tarafından istenen tek bir insan tipi var: Kitap
okumasın, tiyatro izlemesin, farklı düşüncelere sapmasın, çok sesli olmasın.
Bir insanın çok sesli olmasında, çok sesli düşünmeye başlamasında, en önemli bileşenlerdir oysa bunlar. Bizleri
yönetenler, bu bileşenleri üretenlere, sunanlara gerekli desteği vereceği
yerde, yayılması için uğraşacağı yerde
en hayati kaynağı olan devlet desteğini kesmeye gidiyor, özelleştirmekle tehdit ediyor. Biliyorlar ki
özel sektöre de birkaç düzenleme ile sanata desteği kesebileceğini. Böylece sanatı
da yok etme yönünde sinyalleri vermiş oluyorlar. Bunu da halk adına yaptıklarını söylüyorlar.
Oysa halk, onlara göre paragrafın başında bahsettiğim insan tipi. O insan tipini
seviyor ve istiyorlar.
Radyo-3 elimizden gitti, tiyatro elimizden gitmesin, daha
yüksek sesle haykıralım Şehir Tiyatroları Yok Edilemez diye.
9 Nisan 2012 Pazartesi
Göklerde Yıldıza Dönüşen Bir Güzel İnsan
Pırıl pırıl bir insandın, şimdi yukarıda pırıl pırıl bir yıldıza dönüştün...
Bizlere şarkılarınla kılavuzluk etttin, yazanın sen olduğunu bilmedik, ama şarkılarını söyledik.
Bizlere yazdığın senaryolarla kılavuzluk ettin, yazanın sen olduğunu bilmedik ama ekranların başına kilitlendik.
Birine ise aşkınla kılavuzluk ettin, deli gibi sevdin ama kısa süreliğine ayrı düştünüz.
Artık kavuşma vakti, eminim cennette kollarını açmış seni bekliyor..
Hoşçakal... Bize kattıkların için, gülen yüzün için sonsuz teşekkürler ve saygılar.
31 Mart 2012 Cumartesi
Haftanın Kahvaltı Müziği - 31.03.2011
Güzel ve güneşli bahar günlerine Napoliten şarkılardan daha yakışanı olamaz. Bu gün de seçtiğim eserlere Napoliten aryalar ile devam ediyoruz. Three Tenors 2001 konserinden Mare Chiare bu haftaki seçimim. İyi seyirler :)
3 Mart 2012 Cumartesi
Dağ Başını Duman Almış.
Geçen gün twitter'da takip listemde olan birisi çok güzel bir söz paylaşmıştı Shakespeare'den. "Bir ulusun şarkılarını yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür" Sonra bu ulusun şarkılarını düşündüm, aklıma eli öpülesi Turgut Özakman'ın yazdığı Diriliş, Şu Çılgın Türkler ve Cumhuriyet üçlemesi geldi. Tarih sırasına göre dizdiğimizde ilk kitap olan Diriliş'te, yaklaşık 90 yıldır bu ulusun şarkısı olmuş mükemmel bir eserin de minik öyküsü var; onu buraya aktarmak isterim.
Selim Sırrı Bey (Tarcan), subay çıktıktan sonra İsveç'te beden eğitimi öğrenimi görmüş, beden eğitimi konusundaki yazıları, konuşmaları ve gösterileri ile büyük ün kazanmıştı. Önemli bir kültür adamıydı.
İstanbul Erkek Öğretmen Okulu'nda edebiyat öğretmeni olan arkadaşı Ali Ulvi Bey'i (Elöve) ziyarete geldi. Yaz tatili dolayısıyla okul büyük bir sessizlik içerisindeydi.
Sözü uzatmadan konuya girdi.
"Ali Ulvi, gençler için yazılmış, coşunca, sevinince, yürürken, birlikteyken söylenen, söylenebilen, hayatı sevdiren, mutluluk veren, insanı canlandıran bir şarkımız, bir marşımız var mı, biliyor musun?"
Ali Ulvi Bey "Ben bilmiyorum ama belki vardır" dedi.
Selim Sırrı Bey yerinden fırladı:
"Yok azizim! Bir 'vatan marşı'mız var. O, ağırbaşlı, içli bir askeri marştır. Ben kıpır kıpır bir şeyden, insana yaşama keyfi veren, ümit dolu bir şarkıdan bahsediyorum."
Koca adımlarla odada dolaşmaya başladı:
"Bizde böyle bir ihtiyaç duyulmamış ki, şarkısı, marşı olsun. Biz neşeli, neşeyi bilen, yaşayan bir toplum değiliz. Bizde açıktan gülmek bile ayıp sayılır. Şarkılarımız inleyen, ağlayan şarkılardır. Marşlarımız da hüzünlüdür. Düşünsene, söyle canlı bir çocuk şarkımız yok. İsveç'teyken bir şarkı duymuş çok sevmiştim. Notasını getirdim. Her dizesi sekiz hece. Felix Körling diye bir bestecinin. Çok şirin, keyifli, güzel bir şarkı. Ben bir idman (jimnastik) bayramı düzenlemek, bahara yetiştirmek istiyorum. Bu şarkıyı o gösteride kullanmayı düşünüyorum."
Durdu, yalvarır gibi baktı:
"Bu şarkıya Türkçe söz yazar mısın?"
***
(Arada Çanakkale'de ikinci kara savaşı da olur, Mustafa Kemal'in büyük komutası ile Türk ordusu İngilizleri mağlup ederek kesin zaferi kazanır)
***
Ali Ulvi Bey, Selim Sırrı Bey'in odasına giriyordu. Uğrayacağını haber vermişti. Birer kahve içtiler. Ali Ulvi Bey cebinden bir kağıt çıkardı:
"Kardeşim, Çanakkale'de büyük bir zafer kazandığımızı öğrendiğim gece sevinçten uyuyamadım. O heyecanla bir güfte yazdım. Umarım beğenirsin."
"Oku Lütfen"
Ali Ulvi Bey yazdığı güfteyi okudu:
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar
Sesimizi yer, gök, su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin
Bu gök, deniz nerede var
Nerede bu dağlar taşlar
Bu ağaçlar, güzel kuşlar
Yürüyelim arkadaşlar
Sesimizi yer, gök, su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin
Enver Paşa adının duyulmasını bile istemiyordu ama Türk'ün talihi Mustafa Kemal'e ilerde söyleyerek geleceğe yürüyeceği bir şarkı bile hazırlatmaktaydı.
Selim Sırrı Bey güfteyi eline aldı, şarkıyı söyleyerek odada dinç adımlarla dönmeye başladı. Söyledikçe gençleşiyor gibiydi. Şarkının, söyleyeni gençleştirmek gibi bir tılsımı olduğunu daha hiç kimse bilmiyordu. Şarkı bitince arkadaşına sarıldı:
"Eline, aklına, yüreğine sağlık. Göreceksin bu küçük şarkı büyük iş görecek, çok tutulacak, çok ünlü olacak, dillerden düşmeyecek"
İşte böyle... Bu ulusun en büyük mayalarından olan bu şarkı, böyle doğdu, kurulan Cumhuriyet'te de büyük pay sahibi oldu, ülkemizin kutladığı Gençlik ve Spor Bayramı'nda da coşkuyla söylendi. Öyle ki, bu ülkenin en büyük spor klüplerinden Galatasaray'ın her Avrupa zaferinde statta ya da salonda bu şarkı da eşlik etti.Hatta aşağıda bir videoyu da paylaşıyorum. Neredeyse 100 yaşındaki bu güzel şarkı hala da söylenmeye devam edecek.
Şimdi ise çeşitli düşüncedeki -öyle ki bu düşünceleri bu güzel şarkıyı paylaştığım sayfada paylaşmaktan büyük bir utanç duyuyorum.- kişiler tarafından stadlarda kutlanması yasaklanmak istenen 19 Mayıs'ımız yaklaşırken bu şarkıyı daha da büyük coşkuyla söylememiz lazım. Shakespeare'in dediğini kanıtlarcasına.. Ulusumuzun bu şarkısının yasaları yapanlarından daha güçlü olduğunu göstermek için.
Haftanın Kahvaltı Müziği - 03.03.2011
Çok uzun zamandır sizlerle yeni müzikler paylaşmıyordum, şimdi yeniden başlayalım. Bu arada arama motorlarından ne kadar kahvaltı müziğine talep olduğunu görüyorum arayan ve bloga uğrayıp seçtiklerime bakan herkese teşekkürlerimle bu haftanın enfes napoliten aryası Torna A Surriento ile baş başa bırakıyorum
25 Şubat 2012 Cumartesi
İspanya'nın Tarihi ve Mirası (!?!)
Az önce dehşet içerisinde bir haber izledim. İspanya'nın sömürge döneminden elde ettiği ama denizin dibini boylayan 500 milyon dolarlık gümüş ve altın sikkeler, ABD tarafından bulunmuş. İspanya ise 5 yıldır hukuk mücadelesi veriyormuş ve kazanmış. Şimdi bu sikkeler İspanya'ya iade ediliyormuş. İspanyol yetkililer de televizyona çıkmış, pişkin pişkin bu bizim mirasımız, tarihimiz ve sonuna kadar hak ediyoruz demişler.
Buradan sonra sorularımızı soralım, Bu sikkeleri zamanının hangi Latin Amerika ya da Afrika ülkesini sömürerek elde etttiniz? Hangi nehirlerinden berrak su akan, toprağından en verimli tarım ürünleri fışkıran ülkeyi başta veba olmak üzere binbir çeşit hastalık götürerek, acımasızca top ve tüfek ateşine tutarak yok ettiniz, insanlarını acımadan köleleştirdiniz? Sorumlusu sadece siz miydiniz, yoksa Portekiz ve haşmetli (!?!) İngiltere kral ve kraliçeleri de sizin yanınızda mıydı?
Tam anlamıyla rezillik. En kötüsü de televizyona çıkıp sırıtan ve tarihi ile, mirası ile gurur duyanlar. Eduardo Galeano başta olmak üzere bin çeşit latin ülke evladını hüzne boğmaya devam edenler.
Yazdım, yazıyorum, nefesim yettiğince de yazmaya devam edeceğim. Ülke toprağından altın çıkıyor hayallerine inanmayalım, 1 gram değerli maden için tonlarca toprak ve suyun zehirlendiğini unutmayalım. Başta Kaz Dağları olmak üzere katledilmek istenen cennet gibi güzelliklerimize el koymaya çalışanlara dur diyelim. Yoksa şimdilerde iç savaşın, kaosun, açlığın, binbir çeşit belanın eksik olmadığı Afrika ve Latin Amerika ülkelerinden farkımız kalmayacak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)