2 Ağustos 2011 Salı

Kahvaltı Müziği - 02.08.2011

Bu seçimimizde dünyada en çok bilinen klasik gitar eserlerinden birinin farklı bir yönüne yer veriyoruz. Rodrigo'nun Gitar Konçertosu olarak da bilinen Concierto de Aranjuez isimli eserinin ilk bölümünü dinleyeceğiz. Bu eserin dünyaca ünlü ve herkesin bildiği kısmı 2. bölüm olan Adagio bölümü ama daha yüksek tempolu Allegro con spirito bölümünü dinliyoruz. Bu bölüm için Rodrigo, ruh ve zindeliğin ritmik bir şekilde canlandırıldığını belirtmiş.





Kaz Dağları'nda Katliam

Daha önce bahsetmiştik, Kaz Dağları'nda altın madenleri yüzünden süregelen katliamdan. En son gittiğimiz tatilde de gördük ki değişen hiç ama hiç bir şey yok. O güzel çam ormanlarının arasında yükselen dumanlar, taş ocakları, altın madenleri bu oksijen depolarını katletmeye devam ediyor. 

Peki nasıl olacak kim nasıl engelleyecek, hükümetin ilk etapta çözüm bulması gereken problemlerinden değil midir bu? Ya Orman ve Suişleri Bakanlığı ne yapacak? Hepinizin cevabını duyar gibiyim. Ama bu cenneti bu güzelliği kaybetmeden biz elimizden geleni yapmalıyız. Eduardo Galeano'dan örnek vermiştim. Latin Amerika'dan daha beter durumda olacağız bu gidişle.

31 Temmuz 2011 Pazar

Türk Futbolunun Kendini Aşmasını Sağlayan 2 İsim

Aslında bugün böyle bir yazı yazmak hiç aklımda yoktu. Ta ki dün twitterda paylaşılan bir bilgiyi görene kadar.. 30 Temmuz ve 31 Temmuz tarihleri Türk futbolunu değiştiren, geliştiren, çıtayı çok yükseklere çıkaran iki büyük günün yıldönümü. 30 Temmuz 1984, Jupp Derwall Galatasaray ile ilk antrenmanına çıkar. 31 Temmuz 1996, Gheorghe Hagi, Galatasaray ile 4 yıllık sözleşme imzalar.

Bu iki kişinin aslında nasıl bir ulusun futbol kültürünün değişmesine, gelişmesine katkıda bulunduğunu görmek için aslında o dönemlere yakından bir bakmak gerekir. 1984 yılında Jupp Derwall geldiğinde Türkiye, içeride "büyük" takımları olan ama Avrupa'da bugün San Marino, Andorra, Liechtenstein gibi ülkelerin olduğu seviyelerde futbol oynayan bir ülke. 3-4 gol yediğimiz ya da 1-2 farkla yenildiğimiz zaman mutlu olan, hiç iddiası olmayan olan takımların yedek kadrolarını eskaza yendiğimiz zaman insanları sokaklara dökülen.. Çim sahaları bile sayılı, takımlar antrenmanlarını toprak sahalarda yapar. İşte böyle bir ülkeye gelen Derwall, antrenman takımını giyip de Florya'ya indiği ilk gün ağzından şu sözcükler dökülür: Bu sahalar çimlenecek.. O an bu sözleri duyanlar bu adamın ülke futboluna yapacağı katkıyı da anladılar. Galatasaray'da olabilecek en iyi ekip bir aradadır. Çok başarılı bir yönetim,  usta bir teknik direktör, zamanla çok güçlenecek çok başarılı işlere imza atacak bir futbolcu kadrosu... Her atılan tohumun gelişme safhasına ihtiyacı vardır. Galatasaray da bu gelişme safhasını 1987 yılında tamamlar ve Derwall-Mustafa Denizli işbirliği, Metin Oktay'dan bu yana gelen en büyük golcü Tanju Çolak, Zoran Simovic, Cevat Prekazi, Uğur Tütüneker, Metin Yıldız, Cüneyt Tanman ve diğerleri ile 3 senedir yan yana oynayan ve birbirini ezberleyen bir kadro sadece Türkiye'de değil Avrupa'da da başarıdan başarıya koşarlar. Bu kadroda oynayan bir futbolcunun kafasında artık şu sözler vardır: Biz bunu yapabiliriz, çünkü bunun için çalıştık, bunun için savaşacağız.. Biz bunu istiyoruz.. Bu sadece bir takımın dirilişi değil bu ülke topraklarında yetişen en büyük teknik direktörlerden birinin de doğuşudur. Başarılarla süslü bir kariyere başlar İzmirli Mustafa Denizli. Derwall'den aldığı bayrak ve düşünce ile birlikte bu takım Şampiyon Klüpler Kupası'nda yarı final görür, Mustafa Denizli ile milli takım da artık Avrupa'nın köklü takımlarına kafa tutmaya başlamıştır. Şerefli mağlubiyetler yavaş yavaş geride kalmaktadır.

Galatasaray artık kuruluş felsefesini canla başla uygulamaktadır.. Türk olmayan takımları yenmek... Ama bir noktadan sonra çıtayı daha yükseklere çıkarma vakti gelmiştir. Bu noktada bu topraklarda doğan bir başka Galatasaraylı, bir başka büyük teknik direktör ile Galatasaray'ın yolları kesişir. Tıpkı Derwall'in Mustafa Denizli'ye felsefesini aşılaması gibi, Milli takımda çok uzun süre kalmayan Sepp Piontek de Fatih Terim'e felsefesini aşılar, onu değiştirir. Milli Takım ilk kez Avrupa Şampiyonası'na katılır, bu turnuvadan dönüşte de Fatih Terim'i Galatasaray'a imza atarken görürüz. Galatasaray yine güçlü bir yönetim ve güçlü bir teknik direktör ile biraradadır. Sırada ise bu takımı yönetecek bir maestroya ihtiyaç vardır. Galatasaray yöneticileri bir uçak yolculuğundaki seyahat dergisinde onun ismini görürler. Romanya'nın en büyük futbolcusu, Real Madrid ve Barcelona'da top koşturmuş Gheorghe Hagi boştadır. Bağlantılar kurulur, birden Hagi de kendisini Galatasaray bayrağı ile yan yana bulur. Ağzından ise bu takımın rengi tıpkı ülkem Romanya gibi sarı-kırmızı, çok güzel tesisleri var, bu takımı çok sevdim sözcükleri dökülür. İşte o andan itibaren Fatih Terim'in sahadaki siluetidir Hagi. Takımı idare eder, kimin nerede ne zaman olacağını belirler, altyapıdan oyuncuları da yetiştirmeye başlar.  Bugün insanlar Emre Belözoğlu ve Arda Turan isimlerini biliyorlarsa bu oyuncuların gelişmesinde Hagi'nin payı yadsınamaz. Sadece kendisi değil, diğer oyuncular da Hagi ile beraber gelişmektedir. Biraraya gelen yönetim teknik kadro ve futbolcu ekibi, 4 senelik gelişim safhasından sonra Hagi ile birlikte Metin Oktay ve Tanju Çolak'tan sonra gelmiş en büyük golcü Hakan Şükür, Taffarel, Popescu, orta saha dinamoları Okan Buruk,Suat Kaya,Emre Belözoğlu ile birlikte muhteşem bir kadroya ve muhteşem bir başarıya imza atarlar. Türkiye ilk Avrupa Kupası'nı almıştır. Sonra teknik direktör olan Lucescu ve büyük golcü Jardel ile birlikte Süper Kupa'yı da alıp, Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynarlar. Aynı ekip Milli Takım'ın iskeletini de oluşturmuştur. 2002 Dünya Kupası'ndaki üçüncülük de çıtayı artık çok yükseklere çıkaran bu futbolcular ile gelmiştir.

Futbol her zaman gelişti ve gelişmeye de devam ediyor. Türk futbolu her ne kadar yavaş ilerlese de biraz kör topal kalsa da, bu gelişmeye ayak uydurmak zorunda. Artık bir patlamanın daha olması an meselesi. Galatasaray olsun, bir başka takım olsun birileri bunu yapmalı. Bakalım bu teknik direktörler ve futbolcular içinde yeni teknik direktörler ve futbolcular doğacak mı, Türk futbol tarihine ismini altın harfle yazdırmaya hazırlanan diğer oyuncular kim olacak? Bunu hep birlikte göreceğiz.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Sanatçıya Saygı (?!?)

Bu sene Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından Aspendos Opera ve Bale Festivali'nin 18.'si düzenlendi. Festival kapsamında Türkiye'den ve dünyanın çeşitli ülkelerinden opera ekipleri muntazam eserler sahneledi. Festival'in en flaş ismi ise dünyaca ünlü şef Mehta ile gelen ve en az Mehta kadar ünlü Viyana Filarmoni Orkestrası'ydı. Viyana Filarmoni'nin üst üste 2. sene ülkemizi ziyaret ettiği bu gecede Antalya'lılar tam anlamıyla Aspendos'u tıklım tıklım doldurdu, insanımızın klasik müzikle tanışması, ülkemizde de klasik müzik sevgisinin çoğalması adına gerçekten güzel bir akşamdı. Bizler de televizyonda izlediğimiz için oldukça şanslıydık, buradan Habertürk kanalına ve Bedia Güzelce'ye sonsuz teşekkürler.

Konser 2 bölümden oluşuyordu ve arada Bedia Güzelce, TRT Radyo3'te salı sabahları yaptığı enfes program ile de kalbimizde yer edinmiş Serhan Bali ve müzik eleştirmeni Evin İlyasoğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Her şey gayet güzel gidiyordu ne var ki Evin İlyasoğlu'nun seyirciler ile ilgili talihsiz cümlelerini duyana kadar. Seyirciyi saygısızlıkla eleştiriyordu kendisi kulaklarıma inanmamıştım. Neymiş, orkestranın konsantrasyonunu bozmuşlar, eser aralarında alkışlanır mıymış? Hatta ertesi günkü yazısını da sanata sanatçıya saygı üzerine oturmayı planlıyormuş. Serhan Bali aynı konuya olduğunca alttan alır bir şekilde yaklaşarak coşkulu bir izleyici kitlesinin olduğunu ve ilk kez bir klasik müzik konseri izleyen kişilerin de ağırlıkta olabileceğini belirtti ama Evin Hanım'ı durdurabilmek ne mümkün? Yapılmazmış edilmezmiş. 

Ben ilk başta yerimden oynayan sinirlerimi yatıştırmak için bayağı bekledim, bu yazıyı yazmayı da neredeyse 1 ay kadar erteledim. Ama bugün internette gördüğüm bir başka durum ile de gerçekten dumura uğradım. Aynı kişi, Türkiye'nin ilk ve tek Avrupa Kupası finali oynanırken konser izleyen kişileri gerçek müziksever olarak nitelemiş ve diğer herkesi tu kaka ilan etmiş. 

Nedir bu sadece belli kişiler belli işleri yapar diyip diğer herkesi soyutlamak, kendisini ve kendisi gibi düşünenleri ulaşılamaz bir noktaya yerleştirmek. Belli değil mi o kişilerin de hayatlarında ilk kez klasik müzik konseri izledikleri ve bu nedenle başka bir esere geçtiklerini sandıkları için alkışladığı? Sonunda seçkinci deyince de kızıyorsunuz Evin Hanım ama bu seçkincilikten kurtulacak cümleler kurmanız gerekir. Unutmayınız ki bu ülkede klasik müzik sevenler ve dinleyenlerin oranı %5 bile değil. O gecede klasik müziği eğer 10-15 genç sevdiyse bu bile başarıdır.

Son olarak da bir sözüm Viyana Filarmoni'ye. Tamam yeni yıl dışında polkalar valsler çalmak için büyük servet ödenmesi gerekir ama ve Mehta'nın orkestrayı yönetmesinin 50 yılı şerefine  ilk konserinin eserlerini çalmak saygı duyulası ama bütün turnede çalmak yerine daha popüler eserler seslendirmek çok mu zor acaba? Bunun aynısını geçen sene de bu seneki programda da gördük, insanlar bir beklentiyle geliyorlar, bu beklentiye de güzel cevap vermek hoş bir jest olurdu..

Rufus - Bir Wimbledon Güvenlik Görevlisi





Grand Slam düzenlemek her şeyi düşünmeyi gerektiriyor. Sporcuların güvenliği,çevre düzenlemesi, oyunların zamanında gerçekleşmesi, yağmura karşı kortların üzerinin kapanması, haberlerin anında geçilmesi için altyapı ve üstyapının sağlanması ve davetsiz misafirlerin girişinin önlenmesi...

Davetsiz misafirler sadece biletsiz insanlardan oluşmuyor elbette. Bir maç sürerken bir anda korta dalan ve oyunun durmasına neden olan serçeler, güvercinler de bu işin bir parçası. Alandaki yiyecek mekanlarında oluşan çöpler her ne kadar zamanında toplansa da, toplanana kadar çevredeki kuşların da dikkatini çekiyor ve onlar da bu çöpleri ararken korta dalıp oyunu bozabiliyorlar.  Hatta zavallı kuşlardan bazıları da kendilerine top çarpması sonucu ölebiliyor. 

İşte bu tarz üzücü olaylara daha fazla neden olmamak için Wimbledon yönetimi sıradışı bir isme görev vermiş. Görevlimizin adı Rufus. kendisi diğer görevlilerden farklı olarak boğaz tokluğuna çalışıyor ve sıradışı bir beslenme diyeti var. Görevi ise kortlar çevresine gelebileek güvercin ve serçe gibi kuşlara izin vermemek.

Rufus şu ana kadar işini gayet iyi yapıyor görünüyor. Buna karşın serçe ve güvercinler yeni bir strateji belirlerler mi bunu önümüzdeki zamanlarda göreceğiz.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Kahvaltı Müziği - 15.07.2011

Yine Rossini, yine Rossini. Bu adam kadar coşku dolu mükemmel opera üvertürü yazan yok. Yalnız acaba hep benim mi aklıma bu müziklerle beraber Bugs Bunny geliyor. Ne zaman dinlesem yüzümde bir gülümseme :))) İşte muhteşem müzik ile sizi baş başa bırakıyorum:




24 Nisan 2011 Pazar

Haftanın Kahvaltı Müziği - 24.04.2011

Bu haftanın kahvaltı müziği, Mozart'ın 5 nolu keman konçertosu.. Osmanlı'nın Viyana kapılarına dayandığı yıllarda, dönemin bestecilerinin özellikle Mozart'ın Türklerden etkilendiğini biliyoruz.  Türk Marşı da bu dönemin bir ürünü.  Aynı türk marşı gibi bu eserin finali olan rondo bölümü de Mozart'ın bu esinlenmesini gösteriyor. O yüzden bu konçertonun adı Türk konçertosu diye de geçiyor. Bu eserin ilk bölümü olan allegro ve son bölümü olan rondo bölümlerini aşağıda alt alta dinleyebilirsiniz:







Avatar The Last Airbender Hayranlarına Güzel Haber

Şubat ayında Dark Horse Comics, Avatar The Last Airbender için çizgi roman basımına başlayacağını duyurmuş ve biz Aang hayranlarını sevince boğmuştu.. Üstelik çizgi romanlar haftalık olarak ve 3 sezonun bittiği yerden başlayacak.. Dark Horse Comics'in blogundan ve gidip de Galatasaray'daki Gon Çizgi Roman Kitabevi'nden öğrendiklerimden oluşan birkaç bilgiyi sizinle paylaşmak istedim. 

7 Mayıs Free Comic Book Day gününde Avatar için iki sayı oluşturulacak, bu sayılar Star Wars - The Clone Wars ile beraber satılacak. İkinci tarih ise 13 Temmuz. Bu tarihte Dark Horse tam 240 sayfalık Lost Adventures kitabı çıkaracak ve bunun 70 sayfası daha önce yayınlanmamış içerikten oluşacak. 2012'nin ilk yarısında ise Aang artık haftalık olarak bizlerle birlikte olacak. Dark Horse 3 sezonun bittiği yerden ekibimizin yeni dünyayı kurma maceralarını yayınlamaya başlayacak. 

Bu bahsettiğim tarihlerin üzerine yaklaşık olarak 20 gün- 1 ay gibi süreler koymak, Türkiye geliş tarihini belirlemenize yardımcı olur.


Bilmeyenler için, Gon Kitabevi Galatasaray Lisesi ile YKY arasındaki caddeden (Yeniçarşı Cd), aşağı inerken sağda kalıyor. 34/A numarada. Bu arada henüz oluşmamış web sayfalarından GON'un Robinson Crusoe 389'un bir dalı olduğunu öğrendim ve bu beni daha da mutlu etti. 



17 Nisan 2011 Pazar

Haftanın Kahvaltı Müziği

Şu sıralarda iş ile o kadar çok yoğunum ki, kendimden geçtiğim zamanlarda hep beni kendime getiren Radyo 3 oluyor. Bu hafta ise ilk kez dinlediğim ama resmen aşık olduğum bir müziği size sunacağım  haftasonu seçkisinde. İş nedeniyle bloga giremediğim zamanlar olduğundan, Cumartesi Kahvaltı Müziğinin köşe ismini Haftanın Kahvaltı Müziği olarak değiştirdim, ama etiket ile oynamadım, hepsine aynı etiket altından ulaşabileceksiniz. Bu haftanın seçkisi Saint- Saens'ın Samson et Dalila'sından Danse Baccharale.



Bence Formula1'in En Güzel Yarışı

Geçtiğimiz hafta koşulan Formula 1 Çin Grand Prix’inde Vettel’in 3 hafta üst üste kazanma amacı yıkılırken, takım arkadaşı Webber ise 18. olduğu ve hayalkırıklığı yarattığı sıralamalardan sonra tırmana tırmana podyumu ele geçirdi ve beni yıllar öncesine götürdü..

Yıl 2000, Hockenheim Almanya GP.. Micheal Schumacher ve Mika Hakkinen arasında müthiş bir şampiyonluk savaşı vardır. Artık Ferrari, her şeyiyle tam olarak hazırdır, Schumacher, Todt, Brawn,Byrne  ile.. Deli gibi istediği şampiyonluk için savaşmaktadır, Markalar Şampiyonluğu için savaşta ise ekibe bu sene katılan Barrichello da destek verecektir. Ama 2000 Hockenheim GP’si markalar şampiyonluğu için bir yara demektir. 2. Pilot Barrichello yarışa 18. sıradan başlayacaktır. Mclaren ise Coulthard ile ilk sırada, Schumacher 2, Fisichella 3. ve Hakkinen 4. sıradadır. Formasyon sırasında Barrichello’nun önündeki Button arabasını çalıştıramaz ve gridin en sonuna yerleşir, Barrichello’nun önü açıktır. Start esnasında, Fisichella ve Schumacher bir anda birbirine girer, ikisi de yarış dışıdır. Kabus gibi bir haftasonudur Ferrari için,  şampiyonluk adayı pilotları yarış dışıdır, Mclaren arabaları ise bir anda 1 ve 2. sıraları alırlar ve  McLaren taraftarları şarkılara başlar. Artık Ferrari umudu kesmiş, Baricchello'nun 11. sıraya yerleşmiş olması bile umutları yeşertmemiştir. Fakat muhteşem Ferrari'si ile Barrichello herkesi geçmeye başlar,  ilk pit stoplar sonrasında McLaren’ların 32 saniye gerisinde 4. sıradadır, kimse bu farkın kapanacağını düşünmemektedir. Bir yandan yağmur bulutları yaklaşırken, kader de ağlarını örmektedir.

Nitekim, Mercedes fabrikasında çalışırken kovulan bir işçi, Hockenheim’in ormanlık arazisine bir gün önceden gizlice girmiş ve tam da bu esnada piste dalar. Elinde, “Sağlık sorunlarımı bilmesine rağmen, bana yapamayacağım bir iş veren Mercedes beni kovdu” yazılı bir döviz de taşımaktadır. Hemen güvenlik aracı devreye girer ama McLaren’lardan sonra... Böylece 3. Trulli ve diğerleri hemen pite girer ve McLaren garajında kimi ilk önce pite alacağız diye karışıklık yaşanır. Önce Hakkinen ve sonra Coulthard alınır pite ve bir anda Coulthard sıranın en sonuna düşer. Artık McLaren'lar ve diğerleri arasında fark erimiştir. Güvenlik aracı çıkar çıkmaz yaşanan bir kaza ve Trulli'ye sarı bayraklar altında geçiş cezası birden 18. sırada başlayan Rubens Barrichello'yu ilk sıraya yerleştirir. Hockenheim'a ise yağmurun ilk damlaları düşmeye başlamıştır.

İşte dahiyane Ferrari stratejisi bu anda devreye girer. Hockenheim o kadar uzun bir pisttir ki, yağmur pistin bazı yerlerine yağmakta, bazı yerleri ise kuru bırakmaktadırlar ve yağmur altındaki sürüşü ile güven veren Barrichello pite alınmaz. Artık Hakkinen yağmur lastikleri ile ıslak zeminde, Barrichello ise kuru zeminde uçmakta ve toplam tur dereceleri her ikisi için de eşit olmaktadır! Son 6 turda yağmur iyice etkisini artırır ve Barrichello o kadar güven kazanmıştır ki pite girmez, yani son 6 turu kuru zemin lastikleri ile yağmurda geçirir, kariyerinin ilk birinciliğini elde eder, yağmur altında harikalar yaratanlar arasında ise çoktan yerini almıştır. Artık 2 tür damla düşmektedir Hockenheim’a.. Yağmur ve Brezilya bayrağını gururla açmış, ilk grand prix'sini kazanan Barrichello’nun gözyaşları....

26 Mart 2011 Cumartesi

Cumartesi Kahvaltı Müziği - 26.03.2011

Haftaiçi İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin Seville Berberi temsilindeydi. Bu bana her zaman Bugs Bunny'yi de hatırlatıyor: Rabbit of Seville'i buradan izleyebilirsiniz. Olağanüstü bir temsildi, eğer olur da yakalayabilirseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim: Kahvaltı müziğimizde bu hafta onun üvertürü var:

19 Mart 2011 Cumartesi

Cumartesi Kahvaltı Müziği - 19.03.2011

Bu hafta çok uzun saatler boyunca çalıştım, bu uzun gecelerde yanımda olan şarkıyı sizinle paylaşmak isterim, şarkı aynı zamanda benim için daha özel, eşimle evlendiğimiz gün salona bu şarkı eşliğinde girmiştik. klibin ortasında Enrico Macias'ın yarılmasına dikkat :)

Evet, Muhteşem Olimpia konseri ve Enrico Macias, Oh Guitarre, Guitarre





14 Mart 2011 Pazartesi

Canım Babamla İlk Derbi

TRT Spor'da yayınlanan Kupa Saati programı bu hafta Cuma günü Galatasaray - Fenerbahçe maçı için özel program yapacak. Bu kapsamda Galatasaray'lılardan ve Fenerbahçe'lilerden derbi anılarını göndermeleri istendi...

Bu Bloga başlarken kendi kendime, fanatiği olduğum futbol takımı ve fanatiği olduğum siyasi parti ile ilgili hiçbirşey yazmayayacağım diye söz vermiştim. Ama bu benim için çok önemli anıyı burada sizinle de paylaşmadan edemedim, o güne ait fotolarla buyrunuz :)

İstanbul Ali Sami Yen Stadı’ndan iyi akşamlar sayın seyirciler.. Küçüklüğümden beridir hep bu cümlenin sihirine inandım. Ne zaman bu cümleyi aklıma getirsem İzmir’de sarı-kırmızı bir kalp heyecanla çarptı. O zamanlar İzmir’in Süper Lig’de 2 takımının olduğu yıllar.. Her Ağustos ayında fikstürün belirlenmesi ile birlikte, Galatasaray’ın İzmir’e geleceği günleri işaretler heyecanla o günleri beklerdik..

Zaman geçti, futbol artık şifreli yayınlanmaya, İzmir’in o zamanki adıyla 1.Lig gediklisi takımları ise bir alt kümenin gediklisi olmaya başladı. Artık İzmir’de kahvede izlenebiliyordu maçlar.. Ne zaman Ali Sami Yen’de Galatasaray – Fenerbahçe maçı olsa babamla  “War Chant “ eşliğindeki atkı şovuna hasretle bakar, “mutlaka bir gün biz de o tribünlerde olacağız” diye söz verirdik birbirimize..

Her sene bunu demenin artık bir sonu geldi, çünkü ben okuldan mezun oldum ve çalıştığım yer beni İstanbul’a tayin etti. Ali Sami Yen’e gidebilirdim ama inatla o günü bekledim. Tarih 12.12.2004… Galatasaray – Fenerbahçe maçı.. Biletleri aldım, babam İzmir’den geldi ve yeni açık üst katta yerimizi aldık. Gündüz hava mükemmeldi ama Ali Sami Yen’in soğuğu ile de güneş batınca tanıştık. Yine de tüm tribünleri dolduran ve Necati’nin 55. dakika attığı golle beraber İzmir’de bir kısmını gördüğümüz “İstanbul seyircisi” ile beraber coştuk, eğlendik, karmakarışık olduk. Hatta o maçın gol sevinci Galatasaray’ın Unutulmaz Maçlar DVD’sinde de yer aldı. Çıkarken çevremizdeki bütün insanlar babama “Abi senin yol paranı bilet paranı karşılayalım her Fener maçında gel sen buraya” diyordu, babamın yüzünde de kocaman bir gülümseme.. Benden mutlusu var mı… Yıllardır konuştuğumuz hayal nihayet gerçek olmuş, üstelik bu hayali güzel  bir galibiyet ile süslemişiz…  


13 Mart 2011 Pazar

Cumartesi Kahvaltı Müziği - 12.03.2011

Biraz geciktiğimin farkındayım iş nedeniyle blogger'a girme şansım çok olmadı. Özürler diliyorum ama sizlere bu hafta için biraz tarz değiştirerek hafta içi gittiğim ve çok etkilendiğim Ana Moura'dan bir fado dinletiyorum.  Leva-me Aos Fados

8 Mart 2011 Salı

Üniversitede Kar Tatili..

Bugün Ankara'da çok şiddetli kar yağdı ve Eskişehir yolu üzerindeki kampüslerin en uzağı Başkent Üniversitesi yarın okulu tatil ettiğini duyurdu. Hacettepe zamanlarında belki de en heyecanla beklediğimiz zamanlardı, televizyonların başına koşardık kar yağdığı zamanlarda.

Yine böyle deli gibi kar yağdığı zamanlardan birisi, final haftası. Beytepe kampüsünden dönüş yolunda otobüs aşağıya süzülürken başladı kar yağışı. Yağmasından belli deli gibi tutacak. O zaman herkes hayallere daldı.. Oh yarın kesin tatil olur yırttık sınavdan. Hem de FİZMAT (Fizikte Matematiksel Yöntemler) sınavı ki, hazırlanmak için ekstra bir gün daha bulunmaz nimet.

Kendime güzel bir çay demledim, haberleri başladım seyretmeye. Ankara'da gittikçe şiddetlenen kar görüntüleri var, hatta ertesi günü bazı kamu kurumlarında bile yarı işgücü çalışacak diyorlar. Allaaaah değmeyin keyfime. haberler de geliyor, ODTÜ tatil, 10 dakika sonra Bilkent tatil.. Ohoooooo onlar tatil olduysa en uzağı biziz hem de dağ başındayız.. Biz de haydi haydi tatiliz.... Ya haberler bitti hala ses seda yok. O zaman internet şimdiki gibi olmayanı dövüyorlar modunda değil, ancak olan arkadaşlarımızda var, eğer o da internete bağlı değilse ara ki sorasın :) E o zaman internete 56k modemlerle dial-up bağlanıyorduk. Evin çocuğu internete girdiği anda o evin de dünya ile olan iletişimi kopardı :) Neyse aradım ben interneti olan bir arkadaşımı, o sürekli internetten kontrol edecek, bana haber verecek.. Ya gece 12 oldu hala ses seda yok. Sonra bana bir telefon başka bir arkadaşımdan. Olm Bikocan, okul son model kar küreme makineleri almış, tüm yollar açıkmış, sabaha kadar da çalışacakmış makineler. Okul yarın açık.. Ben de ne diorsun olm diye bir kükredim telefon başında.. Sonra telefonu kapar kapamaz hemen kitap başına.. Gelsin 3 bilinmeyenli denklemler, gitsin davul zarı problemleri :))))

Hala rüyamda senin bir dersin eksik bu da FİZMAT dersi diyorlarsa işte sebebi bu olaydır :)

5 Mart 2011 Cumartesi

Cumartesi Kahvaltı Müziği - 05.03.2011

Bugün 19. yüzyıl bestecilerinden Edvard Grieg'in Peer Gynt suitini konu edelim istedim. İşte muhteşem In The Hall of The Mountain King

28 Şubat 2011 Pazartesi

Albüm Yorumları II - Tchaikovsky 1812 - Marche Slave



Öğrencilik yıllarımızda “deniz yok” diye çok sızlandığımız Ankara’nın tadını artık çıkarmaya başlamışız. Gerçek anlamda kültürün ve sanatın başkentinde olduğumuzu anladığımız ve Ankara’nın bizi kendisine aşık etmeye başladığı yıllar. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının o hafta hem Romeo Juliet üvertürünü hem de  Poloveç Dansları’nı çalacağı haberi çıktığında, o zamanlarda tüm üniversitelilerin takıldığı Bilkent Bulletin Board System (Buces BBS)’de bir dalgalanma oldu ve herkesin neredeyse bilet bulmak için birbirini çiğnediği birkaç günden sonra şanslılardan birisi olarak Cumartesi günü sabahtan konser salonunda yerimi aldım. Ankara’da öğrenci olmanın avantajı da budur, her tiyatro ve konsere inanılmaz ucuza gidersin. Muhteşem ötesi bir konser, ilk kez dinlediğim Poloveç Dansları beni esir almış ve kulağımda halen o çalıyorken bir anda kendimi Dost Kitabevi Klasik Müzik bölümünde buldum. Ufak bir araştırmadan sonra elimde sahip olduğum ilk Deutsche Grammophon albümünü tutuyordum. Öğrenci bütçesine göre gayet sağlam bir para vererek Tchaikovsky: 1812 – Marche Slave adını taşıyan bu albümü aldım.

Albüm aynı zamanda Rimsky Korsakov’un Capriccio Espagnol’ünü ve bahsettiğim gibi  Borodin’in Poloveç Danslarını da içeriyor ve DDD etiketi ile dikkat çekiyor. Albümün her noktasında inanılmaz bir özenli çalışma kendini belli ediyor. Nereden başlasam, kapaktan çıkan birkaç dilde her eseri tarihçesini anlatan kitapçıktan mı, yoksa  Koronun ilk sesleri ile resmen konserin ve aksiyonun içinde yer alma duygusundan mı. Herşeyiyle alıp götürüyor ve su gibi akıp gidiyor notalar. Poloveç Dansları için aldığım albümde 1812 beni daha çok etkiliyor, kitapçıktan aldığım bilgilerde gerçek konser havasını vermesi için Göteborg Kiliselerinin ve top atışlarını yapan Göteborg Artillery Division’ın bile digital kaydını yapmışlar. Gerçekten de eserin sonlarında bunu sonuna kadar hissediyorsunuz, muhteşem bir final ile de eser sonlanıyor. Aynı kaliteyi lezzeti Poloveç Dansları’ndaki koronun güzelliğinde, Capricco Espagnol’da Endülüs nağmelerinde de alıyorsunuz.  Özellikle Rus bestecileri seviyorsanız bu albüm mutlaka ve mutlaka arşivinizde olmalı.

27 Şubat 2011 Pazar

Albüm Yorumları I - The Glory of Italian Opera: The Most Beautiful Arias, The Greatest Choruses Overtures and Intermezzi




Bir klasik müzik sevdalısı olarak, her ay bir klasik müzik kaydı almayı kendime destur edindim, uzun zamandır aradığım ortamı (evde temizlik vardı, kimse beni rahatsız etmiyordu odamda :P) da bulunca ilk aldığım albümü nihayet hakkını vererek dinledim. Bundan sonra da bu albümleri ne zaman hakkını vererek dinlersem kendi bloğumda yazmaya karar verdim. Bu arada, twitterda olsun, radyo3 programlarından email adreslerini verenler olsun herkese İstanbul’da D&R dışında hangi yerden klasik müzik albüm kayıtlarını bulabiliriz diye soruyordum ama hiç cevap veren olmadı, aradığım cevabı nihayet Habertürk Skala programı yapımcısı Bedia Güzelce verdi, Cihangir’deki Ak Müzik mağazası.  Kendisine buradan bir kez daha teşekkür ederim.  Bu arada Ankara’da Dost Müzik bu konuda hiç beni yanıltmamıştır bilgilerinize :)

Evet geçtiğimiz ay aldığım ilk albüm, Sony Music etiketli “The Glory of Italian Opera: The Most Beautiful Arias, The Greatest Choruses Overtures and Intermezzi” albümü. 3 cd’den oluşuyor ve tahmin edilebileceği üzere 1. cd tanınmış İtalyan aryaları, 2. cd bu operalardan seçilen güçlü korolar ve 3.cd de yine bu operalardan seçilmiş en güzel üvertürler. En başından beridir ne zaman bir klasik müzik albümü alsam the best Mozart, the best Beethoven gibi albümlerden uzak durmuşumdur. Gerçekten de son derece özensiz ve gelişigüzel eserler seçilmiştir, diğer taraftan albüm içinde yeterli bilgi olmaz. Bir yandan kayıt firması Sony olması beni cezbetti, endişelerimi giderdi, diğer taraftan albümdeki eserlerde Nessun Dorma, Un Bel Di Vedremo, Gloria all’ Egitto, Vedi! Le fosche gibi beni her zaman coşturan eserleri görünce işte tamam galiba turnayı gözünden vurduk dedim.

Ancak beklentiler büyüdükçe hayal kırıklığı da o kadar büyük olur demişler. Eserleri dinlerken her ne kadar digital re-master yapsalar da bir Deutsche Grammophon kaydı gibi berrak bir ses alamıyorsun, müziği bilgisayarda sonuna kadar açsan bile odayı dolduran bir efekt yaratamıyorsun. bir de eğer konu İtalyan Operası ise tenor olarak insan bir tane bile Pavarotti koymaz mı albüme ya? Ya sopranolardan Montserrat Caballe ya da Maria Callas arıyorsun ve onlar da yok. İlk CD hafif buruk bir tad bırakarak kapandı.

2. CD’yi açtığımda muhteşem Gloria all’ Egitto bile bu burukluğu gidermeye maalesef yetmedi. Sonrasındaki eserlerde o gelişigüzellik halen devam etti. Üstelik CD 2009 kayıtlı olmasına rağmen bilgisayara takar takmaz şimdiye kadar yanılmamış olan Media Player gitti bambaşka albüm kapakları buldu, bambaşka isimler verdi eserlere. Hadi içeriğini düzgün hazırlayamadın, bari bunu düzgün ayarla değil mi?

Koskoca albümde sadece üvertürlerin olduğu 3. CD keyfimi yerine getirdi, o da Rossini sayesinde, aslına bakarsanız Media Player’ın tanıdığıı tek CD de bu oldu. Bu CD’yi gerçekten keyifli bir şekilde dinleme imkanı buldum. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde bu sezon Sevil Berberi de var, kesin gitmek lazım bence.

Peki sadece birkaç Rossini üvertürü ve geçişi için, bu 3 CD’lik albüm alınır mı? Bence hayır. Keşke Deutsche Grammophon alsaydım dedirtiyor bu albüm. Ve bir kez daha klasik müzik alanında iseniz toplama eserlerden kaçın ey ahali diyor. Ve elimde kendimi vererek dinleyeceğim bir toplama albüm daha var. Hadi hayırlısı, bundan ne çıkacak bakalım.

Pazar Şiirleri - 27.02.2011

Cumartesi kahvaltı müziğinden sonra artık her pazar da haftasonu şiiri kategorisinde beğendiğim şiirleri burada paylaşacağım.

Bu haftanın şiiri Behçet Necatigil'den..


SEVGİLERDE


Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.







26 Şubat 2011 Cumartesi

Radyo 3 Solmasın..



Uzun zamandır yazacaktım ama gelişmeleri de takip etmek istedim. Resmen şok edici bir haber, twitter’daki radyo3 yapımcılarından gelmeye başladı. Aynı yapımcılardan Müzik Takvimi programının yapımcısı Serhan Bali de Radikal’deki köşesinde yazdı. Okuyamamış ya da duymamış olanlar için söyleyelim: Kırşehir, Kastamonu, Karaman, Adıyaman, Konya, Niğde, Kahramanmaraş, Ağrı, Çankırı, Kars, Tunceli, Diyarbakır, Gaziantep, Bingöl, Mardin, Van'da TRT Radyo 3 susmuş durumda! TRT bu illerdeki frekanslarını TRT Nağme, TRT Türkü gibi kanallara tahsis etmiş durumda.

Nasıl yani diyor insan! Bu illerde klasik müzik sevdalısı kimse yaşamıyor mu?  Hadi onu geçtim koskoca TRT, “devlet” kurumu, bir verici frekansı daha tahsis edemiyor mu? Bu arada bana kimse bütçe demesin. TRT, bugüne bugün içeriğinde radyosu, tvsi olan her üründen bandrol bedeli adı altında her yıl gelir elde etmektedir. hatta şu yazıyı yazdığım anlarda bir bant dönüyor ve bandrollerinizi aman kontrol edin yoksa ceza keserim yoksa kaçakçılığı desteklerim diyorlar. Sen bu parayı bu illerde bir yeni frekans daha tahsis edecek şekilde değerlendiremiyorsan ne yapıyorsun? Nereye harcıyorsun bir anlatsan?  Bir şikayetçi için TRT’den gelen cevap ise şaka gibi. Serhan Bali’ye kulak veriyor ve TRT’den gelen cevabı iletiyoruz:

TRT’nin Aktif Hat’ından verilen yanıtta “kurumun zaman zaman bu türden verici değiştirme çalışmaları yapabileceği, bu çalışmaların teknik ve kurum imkânları ölçüsünde her kanalın ayrı bir dinleyici kitlesi olduğu göz önünde bulundurularak yapıldığı ve bu doğrultuda Gaziantep vericisinin yeni bir düzenlemeye kadar TRT Radyo Haber kanalına tahsis edildiği belirtiliyor. Yanıt, Radyo 3 yayınlarının internet ve uydu üzerinden dinlenebileceği hatırlatılarak sona eriyor.”

Ayrıca nasıl bir ülkede yaşıyoruz ki, Kültür Bakanlığı bu olaya en ufak bir açıklama bile yapmamış durumda. Bilirsiniz, Cumhuriyet kurulduğunda oluşturulan ilk kurumlardan birisidir Devlet Opera ve Balesi. Çünkü Atatürk çok iyi biliyordu ki, klasik müzik ve opera sayesinde bu ülke çağ atlayacaktır. Bulgaristan’da Ticari Ateşe olduğu zamanlarda  opera temsillerini de mutlaka takip ederdi. Şimdi bırakın Başbakan’ı, Kültür Bakanı’nın kendisi acaba ne kadar opera ve bale takip ediyor? Kaç klasik müzik konserine gidiyor? Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası var ama Cumhurbaşkanı hiçbir programa gitmiş mi? Gelin rakamlarla bu duruma bir bakalım. Türkiye’de 81 il var. Peki kaç ilde devlet opera ve balesi var? İstanbul, Bursa, İzmir, Muğla, Antalya, Eskişehir, Ankara, Mersin, Samsun, Sivas, Gaziantep, Van.. sadece 12. Ve bu 12’nin sadece 6’sında program yapılıyor. 81 ilin geri kalanında bu ülkenin Kültür Bakanlığı hiçbir şekilde opera ve baleye adım atmamış. Bu kurumda çalışanlar aynı zamanda bankacıların gözbebeğidirler, çünkü en çok kredi, kredili mevduat hesabı olan kişilerdir ve sürekli borçlıudurlar, hakettikleri ücretleri asla almazlar. Ama ona rağmen ülkede çok sesli müziği, operayı, baleyi geliştirmek ve sevdirmek için uğraşırlar. Ve uğraştıkları, halka sevdirmeye çalıştıkları bu dalların kanalını siz diğer illerde bir bir kapatıyorsunuz.

Sayın Kültür Bakanı, ortaya neden çıkmıyorsunuz. Yoksa savunulan şeylerin size yine iade edileceğinden mi çekiniyorsunuz? Böyle bir rezillik üyesi olduğunuz hükümete bağlı bir kurum tarafından yapılıyor ve siz hiçbir şekilde müdahale etmiyorsunuz. Neden bu rezilliğin düzeltilmesi için talimat verilmiyor? Halkımız bu şeyleri dinlemez, onu seçkinciler yapar, zaten seçkinciler için de 3 büyük şehirde halen bu ucube radyo devam ediyor düşüncesinde misiniz?

TRT…. Sen nasıl ortada “Türkiye” Radyo ve Televizyon Kurumu diye dolaşıyorsun. Bu ülkenin klasik müzik dinleyenleri de bu ülkenin bir mensubu değil mi? Senin görevinden birisi de bu kişilere de hizmet vermek değil mi? O illerde radyo3 dinlenmeyeceği kanısına seni ne götürdü? Hangi anketi yaptın, bu anketi hangi kuruluşa yaptırdın? Ayrıca benden ve tüm vatandaşlardan aldığın bandrol bedellerinden elde ettiğini gelir nereye gidiyor?
Ayrıca şikayete verdiğin cevapla çelişmiyor musun? Klasik müzik dinlemek isteyen o kitleyi de nasıl dikkate almazsın? 

Bu yazıyı yayınladıktan 2-3 gün sonra sosyal medyaya TRT açıklaması da düştü hemen onu da noktasına virgülüne dokunmadan buraya alıyorum, sonra da satır aralarını okuyalım..


RADYO 3 KAPATILMIYOR; KISITLANMIYOR; YAYIN İÇERİĞİ DEĞİŞTİRİLMİYOR!
BİLAKİS; RADYO 3 GENİŞ KİTLELERE AÇILIYOR


Bazı basın yayın organlarında TRT Radyo 3 yayınlarının kısıtlandığı ve yayın içeriğinin değiştirildiğine dair yanıltıcı haberler yayınlanmaktadır. Oysaki, Radyo 3’ün kapatılması, yayınlarının kısıtlanması bir yana; bu kanalımızı güçlendirmek daha geniş kitlelere yaymak için çalışmalar yapmaktayız.

TRT radyo yayınlarının dinleyicilere kaliteli ve sağlıklı biçimde ulaşabilmesi, bütün kanalların en yüksek dinlenirliğe erişebilmesi için zaman zaman verici yenileme, tesis etme, değiştirme çalışmaları yapmaktadır. Söz konusu frekans aktarımları da kurumun bu tasarrufuyla ilgilidir. Son günlerde kısıtlı sayıda bazı illerimizde frekans aktarılması yapılmıştır.
                                                                                   
Bazı basın organlarında sözü geçen “Radyo 3’ün yayın içeriğinin değiştirilmesi”  ya da “Radyo 3’ün susturulması” konuları tamamen gerçek dışıdır. TRT Radyo 3 kanalı 30 yıldan fazla süredir Türkiye’de klasik, caz, hafif batı müziği ve rock müzik türlerinin en seçkin örneklerini vermekte ve bu türler hakkında dinleyicinin bilgi sahibi olabileceği programlar üretmektedir.

TRT Radyo 3 kapatılmamakta aksine Radyo 3 formatında bir başka kanalın daha çalışmaları sürdürülmektedir. Hazırlıklarının kısa sürede tamamlanması hedeflenen bu yeni kanal pop ve rock müzik türlerinin kaliteli örneklerine yer veren programları içerecek, Radyo 3 kanalı ise klasik müzik, caz ve new age türünde programlar üretmeye devam edecektir.

Bilindiği gibi kamuoyunda “RTÜK Yasası” olarak adlandırılan  ''Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun Tasarısı” mecliste kabul edilmiştir ve resmi gazetede yayınlanması beklenmektedir. Bu aşamadan sonra yasada yer alan “Dijital Karasal Yayıncılık” faaliyetleri en kısa sürede devreye girecek ve böylelikle TRT’nin tüm radyo kanalları ülkenin tamamında aynı kalitede dinlenebilme imkânına kavuşacaktır. Böylelikle bugün tartışılan frekans sorunları da kalmayacaktır.

Radyo3 kapatılması bir yana; internet, uydu, Ipone ve Ipad gibi modern iletişim cihazlarıyla yayınlarımız geniş kitlelere yayılacaktır.

Radyo3 yayınlarının kalitesini arttırmaya, çeşitlendirmeye hatta yeni bir radyo kanalıyla Radyo3 yayınlarını desteklemeye çalışan TRT kurumu olarak, kamuoyundaki yorumların yanlış olduğunu belirtiriz.
 
işte okumamız gereken satır aralarını daha rahat edelim diye kırmızı ile işaretledim ve ben istanbulda okuyan elinde interneti, uydu alıcısı, iphone'u ipad'i olmayan ama klasik müzik sevdalısı bir kişiyim diyelim. Bu açıklama benim neyime yarar. Satır aralarında diyorsun ki,

1. ben bütün kanalların yüksek dinlenirliğe erişmesi için çabalıyorum: E hani sen devletin her kesiminin temsil eden bir kurumdun? rating kaygısı gözetmeden bu işi yapman gerekmez mi? Hadi her kanalın dinlenirliğini artırırken neden bir kanalı tümden kapatıyorsun da zorla diğer kanalları dinlemeye yönlendiriyorsun? Bunun başka yolu yok mu? Frekans aktarımı (dikkat edin aktarım da değildir bu resmen bir kanalı kapatmaktır) bu işin tek çözümü mü?

2. Radyo3 formatında başka bir kanal daha açacağım. aman eğer bu işi trt müzik gibi yapacaksan kalsın. Gölge etme başka ihsan istemez. O kanalda biliyoruz, ne pazar konseri programı kaldı ne de konser salonlarından programı.. pazar günü gece yarısı yayınladığın konser programını ben ne yapayım.

3. müjde vatandaş müjde, yakında digital karasal yayıncılık geliyooor, ayrıca iphone, ipad, internet ve uydudan da dinleyebileceksin beni. bu durumda frekans diye ağlamayacaksın. ben belki geliri çok kısıtlı olan bir öğrenciyim, elimde sadece basit bir radyo dinleyebildiğim bir telefon var. ya da minik bir radyo belki. bu cihaz bahsettiğin hiçbir uygulamayı desteklemez ki.. sırf sen biraz frekans kiralama parasından kurtaracaksın diye ben bu uygulamalara toptan para vermek zorunda mıyım?

sonuçta işlem böyle, trt açıklaması her ne kadar yeni bir kanal, yeni alternatifler müjdelese de bizim şikayet ettiğimiz sorunun köküne inmeyi beceremeyen havada kalan ve hiçbir şekilde sorunu çözmeye de niyetli olmayan bir açıklamadır. kısacası bu konuda mücadeleye devam etmeliyiz.

Bu işin sonuna kadar takipçisiyim. Her gelişmeyi burada sonuna kadar belirteceğim. Radyo 3’ün solmaması için her türlü desteği elimden geldiğince herkese bildireceğim.


Değişen Gençlik Profili: Odtü, Burger King ve Starbucks

Geçtiğimiz hafta twitter’da paylaşılan bir gazete haberi aslında oldukça şok ediciydi. Bu linkte bulabileceğiniz habere göre, yıllarca Mc Donalds’ın giremediği her seferinde büyük bir direnç ile karşılaştığı ODTÜ’de Burger King ve Starbucks açılmıştı. Haber de gazetede “ODTÜ kalesi düştü mü?” başlığı ile verilmişti.

ODTÜ.. Türkiye’deki 1968 olaylarında en önemli rol oynayan yerlerin başında gelen kampüs. Deniz Gezmiş’lerin okuduğu okul. Muhteşem bir harf dizisi ile stadının merdivenlerinde DEVRİM yazar. Sadece bu da değil, nerede tepki gösterilmesi gereken bir yer varsa mutlaka ve mutlaka öğrencileri ve öğretim üyeleri tepki gösterir. En basitinden Tübitak’a gösterilen tepkiyi ve fotoğrafı da bu linkten görebilirsiniz.

Peki ne oldu da bu okuldaki öğrenci profili değişti ve Mc Donalds’ı kovan öğrencilerden artık Burger King ve Starbucks’a da kampüslerinde yer veren öğrenciler haline geldiler? Aslında değişen sadece ODTÜ’deki değil Türkiye’deki aynı yaş profili. Özellikle 1980’lerde kasıtlı olarak başlatılan dejenere bir toplum isteğinin vardığı sonuçlar. Kitap okumaz, önüne geleni sorgulamaz, Amerikan özentisi, çalışmak istemez  ama çok zengin olsun herşeye sahip olsun ister, “trend” olan kavramlar meraklısı ve o kavramların içini hızla boşaltan, seçimlerde oy kullanmayan, ülkede neler oluyor diye soru sormayan, cebinde parası olmadığı halde iphone ve ipad kullanmak isteyen, her şeyin en iyisine hiç çalışmadan ya da minimum çalışmayla konmak hayalini kuran. Hepsi tüm mekanları ezbere bilir, bazı konular vardır hep ondan bahsederler ve onu savunurlar. Çünkü o sıralarda trend odur. Bu konular hakkında bilgi sahibi olmayanları ise aşağılarlar kendilerince. Sadece okullarda değil, tüm toplumda bunları görmek mümkün. İş yerimin 2003 management trainee programında yer aldım. Programda yeni mezunların hemen hemen tamamı 2 sene içerisinde müdür olmak hevesinde ve isteğindeydi.  Hepsi aşırı mutsuz, çünkü hayallerini kurduğu ortam okuldan çıktığında karşılaştığı ortam ile birebir ters. Kardeşim, 2005 yılında Sinema Televizyon bölümünden mezun oldu ve (kendisi bu arada yaşıtlarına göre oldukça bilgilidir ve yetiştirmiştir) derse giren öğretim üyelerinin söyledikleri en önemli söz, “entelektüel düzeyi gelmiş geçmiş en kötü sınıfsınız. Yerlerde sürünüyorsunuz.” Bu korkunç entelektüel düzeyde olan kişiler ileride bu ülkeyi yönetmeye talip olacaklar. Düşünebiliyor musunuz olayın korkunçluğunu? Okullara dönersek düşünsenize, bir tarafta 1968 kuşağından gelen hocalar, diğer tarafta ise hiçbir şey sorgulamayan adam sendeciler.

Arkadaşlar durum vahim. Artık gençliği daha çok sorgulamaya itecek, toplumun neresinde olursa olsun önüne konanla yetinmeyecek haklarını arayacak bir konuma getirmek lazım. Ama bunun için de sağlam organize olmuş bir eğitim sistemi olmalı. Darwin’i anlattı diye soruşturmaya uğrayan öğretmenler varken çok mu şey istiyorum nedir?

Cumartesi Kahvaltı Müziği - 26.02.2011

İlkini geçtiğimiz hafta başlattığımız Cumartesi kahvaltı müziklerinin ikincisi. Nessun Dorma.. Pavarotti'nin muhteşem sesinden bu aryadaki kemanlar beni alıyor bambaşka bir yere götürüyor. Çok farklı duygular hissettiriyor.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Elveda Ronaldo


Dünya Kupası'na Giderken..
Geçtiğimiz hafta, sarsıldığımız 2. olay ise Ronaldo’nun futbolu bırakmasıydı. Hayır Christiano değil, Orijinal Ronaldo. Topu aldığında herkesi ipe dizen, türlü ve çeşitli fauller yapılmasına rağmen boğa gibi kuvvetli ve şimdinin Messi’si gibi patır kütür düşmeyen Ronaldo. Sporun romantizmi dedik ya, belki de en son elçilerinden birisiydi Ronaldo.. Şimdiki Barcelona İspanya ve Messi kültürü ise bana son derece makineleşmiş ve robotik geliyor maalesef. Gerçekten de bir Ronaldo’yu, bir Maradona’yı bir Hagi’yi dinlediğimiz ve izlediğimiz gibi izleyemiyorum. Babam ile ne zaman bir futbol muhabbeti yapsak, söz döner dolaşır efsanelere gelir, adamın keyiften gözleri parlar, Andreas Möller, Lothar Matheus, Jurgen Klinsmann, Rudy Völler, Brehme adlarını duyduğunda.. Ben sanmıyorum ki bundan sonra ileriki yıllarda Messi dendiğinde aynı keyifle anabilelim… Ronaldo kesinlikle Messi’den daha kuvvetli, Messi’den daha teknikti. O kiloya rağmen de acaip hızlıydı. Kupa Galipleri Kupası’nda attığı goller, tekniğine ve çabukluğuna sadece örnektir.  

Gözyaşları sana hiç yakışmıyor.
Sakatlıklar olmasa halen Avrupa’da rahatlıkla üst düzey oynuyor olurdu. Keşke kariyerinde bir de Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu olsaydı. Ama eminim ki 2002 Dünya Kupası yeter de artar bile. O zamanlar bize attığın goller için sana çok saymış ve sövmüştük, affet bizi be Ronaldo…

Jerry Sloan'un ardından


Yaklaşık 10 gün önce bünye birden Sloan’un istifası ile sarsıldı. Nasıl ya, 1960’da üniversite kariyeri ile başlayan, 1964’de NBA’de profesyonel oynayan, All Star seçilen, All-Defensive takıma 4 kere seçilen, emekli olduktan sonra 1979’da önce Chicago ile başlayan sonra ise aralarla 1988’e kadar gelen ve 1988’de Utah’ın başantrenörü olan ve bu zamana kadar o görevi bırakmayan. Bir sezonda 50+ maç kazanması, üstelik bunu 10 sene tekrarlaması sadece 3 koçta var, diğer iki efsane Phil jackson ve Pat Riley.. 2 kere NBA Finali oynamış ne şanssızlık ki ikisi de Micheal Jordan’lı Cihicago’ya karşı.. Chicago’dan Micheal Jordan’lı yılları çıkarırsan oyuncu olarak en başarılı adam.. 2009’da Hall of Fame’e seçilmiş. Giydiği 4 nolu forma Cihacago tarafından emekli edilmiş. Onu bunu geçtim, sadece iki isimden dolayı onu saygıyla anmak lazım, Stockton ve Malone.. 97 ve 98’de popüler olanı sevmeyenlerin ortak tuttuğu takımdı. Micheal Jordan var diye sanmayın Chicago’nun rahat şampiyonluk aldığını.. Resmen yerde süründürdüler. İşte bu adam artık takımı yönetemediğini söyleyerrek geçtiğimiz günlerde gözyaşları içinde istifa etti. Tam bir şok.. İşin gerçeği ise Deron Williams ile takıştıkları ve Deron Williams’ın Utah yönetimin ya o gider ya ben diyerek takımdan gitmesine neden olduğuydu. Yok arkadaş gerçekten yuh yani. Fernando Torres salağının dediği gibi, romantizm falan kalmamış, spora canını koyanlar bir bir gittiğine göre.

Etme bulma dünyası diyeceğim ama adam muhtemelen karlı bir trade için New Jersey Nets’e gidiyor. Buradan Utah yönetimine sesleniyorum, kardeşim siz ruh hastası mısınız? Madem Williams’ı trade edecektin ne diye gönderdin canım Sloan’u?

Off of bu köprünün altından çok sular akar ve bence puzzle’ın halen eksik parçaları var. Galiba bu eksik parçaları da anılarını yazarsa Sloan tamamlayacak. Böyle bir kitabı hasretle bekliyorum.

18 Şubat 2011 Cuma

Cumartesi Kahvaltı Müziği - 19.02.2011

Her zaman özlemle anıyorum Ankara'daki klasik müzik günlerini. Bütün haftayı geride bırakmışsın, stres falan olmuş bitmiş. CSO konserleri ile üzerindeki o stresi aşıp, eşimin deyimiyle "beyindeki bütün stres düğümlerini çözüp" haftasonunu güzelleştirme zamanı gelir. İşte bugünden itibaren her cumartesi sabah, bu muhteşem eserlerden bazılarını size dinletmek niyetindeyim. Mendelssohn ile başlıyoruz. Keyif almanız dileği ile..







Ryan Giggs - Yürüyedur

Kendisini ilk tanıdığımda Galatasaray Manchester United ile eşleşmişti. 16 yaşındaydım ve bir futbolcu olsam daha profesyonel bile olamamış bir yeniyetme olacaktım. O ise Manchester United'ın belkemiğiydi. 

Eğer futbolcu olsam artık futbolculuğumun sona ermesine yakın bir yaşta olacaktım.. Ama O hala Manchester'ın anahtar oyuncularından birisi ve 1 sene daha sözleşmesini uzattı.

Giggs 20 yıldır yeşil sahalarda.. Geçtiğimiz günlerde ITV Football, Giggs'in futbol yaşamından bazı rakamları aktardı.


862: Tüm kulvarlarda Manchester Unites forması giydiği maç sayısı.

565: oynadığı toplam Premiere League maç sayısı. Tüm zamanların en çok forma giyeni David James'den sadece 7 maç eksik.

158: attığı gol sayısı. Manchester tarihinde 8. sırada

105: Premiere League'de attığı gol sayısı. Kendisini sadece 5 kişi geçebilmiş. Henry, Shearer, Fowler, Owen, Lampard...

32: Manchester United'da kaldırdığı büyük kupaların sayısı.

28: Giggs'in 1991'de çıktığı ilk lig maçından sonra doğan Premiere League oyuncu sayısı.
0: Gördüğü kırmızı kart sayısı :)

Yürüyedur Ryan Giggs.. "Futbol romantikliğini yitirdi" diyen Fernando Torres'e inat.. 

12 Şubat 2011 Cumartesi

Pirelli Lastik Testleri, Spor Medyamız, İstanbul Park




2011 Formula1 sezonunda lastik üreticisi Bridgestone çekildikten sonra tek lastik üreticisi olarak Pirelli sahneye çıktı. Ülke olarak bu karara sevindik, çünkü Pirelli’nin fabrikası Kocaeli’de üretilecekti bu lastikler. Ülkenin adının duyulması, istihdam artışı ve ihracat anlamına da gelmekteydi bu haber. Ve sonsuz test imkanı. Çünkü fabrikaya en yakın pist İstanbul Park’tı. Üstelik öyle yüzlerce kilometre değil, belki 50-60 kmden bile az. Çünkü dünyanın en teknik ve lastikleri en zorlayan pisti Türkiye’de, mantıken daha başka bir yer düşünülebilir mi? Maalesef Pirelli düşündü ve bütün testler İtalya’da yapıldı. Fakat, Türkiye’de en azından basına yansıyan en ufak bir itiraz bile yükselmedi bu olaya.

8 Şubat 2011 Salı

Bir Belediye Başkanının Feryadı

Bugünkü gazetelerde yeni bir haber gündeme düştü. Aslında başka bir ülkede olsa bomba etkisi yaratacak bir olaydır.

Çanakkale Belediye Başkanı feryat ediyor. Antik Yunan'da da çok önemli bir yer, temiz hava, süt mavisi bir denize sahip Kuzey Ege, Kaz Dağları altın arayıcı şirketlerin kullandığı siyanür yüzünden elden gidiyor. Başkan da bunu belediye meclisi toplantısında gündeme getirmiş; Siyanürle altın çıkaran şirketlere karşı gerekirse kampanya başlatılmalı. Karılarımızın kollarındaki bilezikleri bunlara verelim, buradan defolup gitsinler. Bu işin şakası yok demiş.


Gökhan, Kaz Dağları'nda sürdürülen altın madeni arama çalışmaları kapsamında, Kuşçayır köyünde düzenlenen bilgilendirme toplantısında yaptığı konuşmada, bölgenin kirletilmesinin, Çanakkale, Bayramiç, Lapseki, Küçükkuyu ve Çan halkının geleceğini yakından ilgilendirdiğini söyledi.
Bu bölgede çıkarılacak altının bölge halkına sağlıksız bir yaşam alanı yaratacağını, ekonomik olarak ise fakirlik getireceğini öne süren Gökhan, şöyle konuştu:''Biz bu saatte buraya gelmişsek, bu hepimizi ilgilendiren bir tehlikeli durum olduğu içindir. Bu sadece Kuşçayır köyünün sorunu değil, hepimizin sorunu. Çünkü buralar altın uğruna kirletilirse, Çanakkale domatesi, suyu ve havası kirlenir, Bayramiç'in elması, kirazı, nektarini, Lapseki'nin şeftalisi, kirazı kirlenir. Ezine'nin peyniri kirlenir. Altın uğruna eko sistem, doğa tahrip edilecek. Bu dağlar dünyanın kuruluşundan bu yana varlığını sürdürmekte. Bu doğayı altın uğruna katledecekler. İnsanlar dağı, taşı, hayvanları yaratamaz. Tek yaratıcı Allah'tır. İnsanlar ağaç dikebilir fakat bu dağı, taşı yaratamazlar. Bu eko sistemi bozmak istiyorlar. Eğer bu altın sağlığımızı düzeltecek, ekonomimizi düzeltecekse, sağlıklı yaşamamıza çok fayda sağlayacaksa, hemen yarın sabah kazmayı hep birlikte vuralım. Bu altının daha önce söylediğim karılarımızın bilezikleri, takılarından başka hiçbir yararı yok.''
Bir vatandaşın, ''Peki bize bunca zararı varsa niye buna müsaade ediliyor, niye devletimiz bunlara izin veriyor'' sorusu üzerine  Gökhan, ''Bu soruyu bana sormayın, izin verenlere sorun'' dedi.
        
Çanakkale Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Hicri Nalbant, Kaz Dağları bölgesinin madenlerinin, şeftali, elma, kiraz ve bölgede üretilen sütlerden elde edilen Ezine Peyniri olduğunu söyledi.

Diyarbakırlı Futbolculardan Etkili Protesto

Geçtiğimiz günlerde medyada sadece birkaç cümle ile geçiştirilen bir habere rastladım. Bank Asya 1. Lig'de Altay - Diyarbakırspor maçınun ilk 30 saniyesinde Türkiye'de hiç gerçekleşmemiş bir olaya şahit olduk. Yönetimine kimsenin talip olmadığı bir klüp var ortada ve futbolcular ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Protesto ise Altay'lı futbolcuların desteği ile gerçekleşti. şöyle ki, maçın başlama düdüğü çaldı, Diyarbakırlılar topu Altaylılara verdi ve kaleci dahil hepsi santrada diz çöktüler. Bu esnada Altay istese golü yapabilirdi. Ama yapılan bu protestoya tamamen saygı duydular ve 30 saniye boyunca topu kendi aralarında çevirdiler, protesto bittiğinde de Diyarbakırlılara verdiler. Maç sonunda ise kaleci resmen feryad ediyordu ne bir politikacı ne de birişadamı bizimle ilgilenmiyor, herkes bizi ortada bıraktı diye..

30 Ocak 2011 Pazar

Yalnızlık Paylaşılmaz, Paylaşılırsa Yalnızlık Olmaz.



üniversite zamanlarında elimden düşürmediğim mizah dergisinden en çok güldüğüm kişiydi Atilla Atalay. Ve onun Sıdıka'sından Eray'ından başka arada yazdığı insanın yüreğine işleyen deli öykülerini de keser, cüzdanında saklardım. Bir gün kitap fuarına  geldi Ankara'ya ben de elime aldığım ilk kitabı ona imzalattım. Günlerce elimden düşürmediğim ve o "yüreğime dokunan" öykülerden birinin girişinde yazıyordu aşağıdaki dizeler.. 

Bir seviyi anlamak
Bir yaşam harcamaktır
Harcayaksın...  


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...