Babam
her zaman, beni 3 yaşından beri maçlara götürdüğünü söyler. Ne zaman
düşüncelerimi zorlasam, Yeni Garaj’da Türk Bayrağı yakan İngilizler, çok
küçükken gidilen Altay sezon açılışı, bazı hayal meyal görüntülerin dışında, şu maç
gerçekten “Sarı... Kırmızı... Şampiyon... Cimbom...” diye bağırdığım ilk maç
olarak kayıtlarda yer alıyor... 1986-1987 sezonu İzmir Atatürk Stadı’nda
oynanan Altay – Galatasaray maçı, 2 gol attığımızı net hatırlıyorum ama 2-0 mı,
2-1 mi bitti bilmiyorum... Aklımda kalanlar da parça parça... Hafif çatlak Arşimet lakaplı bir amigonun
devre arasında elinde pankartlarla gelip tribünü coşturması. (Aynı adam bir
gazetede sezon sonu şampiyon olunca yine elinde pankartla görüntülenmişti:
“Heykelini Dikeceğim Dewrall)... Babamın oynanan futboldan oldukça memnun kalması ve şampiyonluk
umudunu arttırması... Kayıtlarımda yer alan ilk resmi tezahürat... “Turuncudan
iz taşıyan tok bir sarı ve Vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızıdan oluşan
bayrağın kalbimi sonsuza kadar fethettiği gün...” Sarı... Kırmızı... Şampiyon...
Cimbom... Yaş 10...
Sonraki
sezon yapılan güzel transferler ve Galatasaray oyunu domine edişi... Birden
Avrupa’da 1. Turdan ötesini görememiş bir ülke, Şampiyon Klüpler Kupası’nda 2.
Turu görüyor… Ama ilk maç 3-0 kaybedilmiş.
Siyasi olaylar, sahaya girenler, futbolu almış, siyaseti getirmiş.
Konsantrasyon bozulmuş zaten yenilen 2 gol de bu arada gelmiş. 2 hafta sonra
rövanş var. Rövanşta kimsenin umudu yok ama birden radyoda dinleyen bütün ülke
kendinden geçiyor... 1… 2... .3... 4... 5... 5-0 bitiyor maç ve bir Türk takımı
Şampiyon Klüpler Kupası’nda ilk kez çeyrek finale çıkıyor. Derken kara
bulutlar... Maç iptal ediliyor, Galatasaray hükmen mağlup sayılıyor... Artık 11
yaşına gelmiş o çocuk duyar duymaz gözyaşlarına hâkim olamıyor... “Hakkımızı
yemişler” diyor... Teselli eden babası oluyor... “Merak etme oğlum, elbet düzeltirler...”
Düzeliyor da... Umut tekrar yeşeriyor, hatta 11 yaşındaki o çocuk hayatında ilk
ve şimdiye kadar tek Avrupa yarı finalini babası ile birlikte İzmir Atatürk Stadı’nda
canlı canlı izliyor.
Yıllar
hızla geçiyor... Parça parça görüntüler akıyor... Karla kaplı bir sahada son
dakikada kaçan gol... Old Trafford’da 2-0 geriye düşüp de 3-2’yi bulduğumuz bir
İngiltere akşamı... 4 sene üst üste şampiyonluk... Parken stadında final için
sahaya çıkan aslanlar… Çıkan bir omuza
rağmen hırsla bakan ve omzunu sardıran bir kaptan… Sonra o çıkan omuzun
üzerinde yükselen UEFA Kupası... 3 ay sonra gelen Süper Kupa... Kara günler... O
karaltının içerisinden filizlenen ve 16 dakika beklemek gereken bir
şampiyonluk... Kara, kapkara günler, düşmenin kıyısından dönülen bir sezon...
Elimizden alınan evimiz Sami Yen... Daha bizim olamamış, hiçbir şey
hissettirmeyen bir başka ev, Arena...
Artık
her şeyi geride bırakalım yeni başkan liderliğinde yeni bir takım kuralım
umutlarımızı yeniden yeşertelim derken o beyaz sayfaya dökülen iğrenç lekeler...
Lekeleri temizlemek için elini bile oynatmayan bir federasyon... Saçmasapan ve
uydurulan kararlar, değiştirilen statüler... Karar almanın basit olduğu ama
basiretsiz ellerde uzadıkça uzadığına tanık olduğumuz günler... Sadece bir
sezon uygulanacak ve birilerini kurtarmak için uygulandığı apaçık sistemler...
34 hafta sonra 9 puan farkla gelen liderlik. Puan farkını yarıya indiren 6 maç
daha oynattıranlar… Sonunda puan farkını öyle ya da böyle eritenler ve son maça
bırakanlar, bıraktıranlar...
İçimdeki,
o 11 yaşında da böyle isyan eden çocuk bana ağlamaklı gözlerle bakıyor..
“Hakkımızı yemişler” diyor. Konuşamıyorum. O zaman babamın teselli ettiği gibi
onu teselli edemiyorum.. Çünkü bu sefer bu haltı yiyen düzenin kendisiyken
ağzımdan çıt çıkamıyor. Ona aynı yüz
ifadesi ile bakıyorum gözlerim dolu... “Yapacak bir şey yok” diyorum... Bana
uzun uzun baktıktan sonra ortadan kayboluyor.
Ben içimdeki çocuğu kaybetmenin de öfkesi ve mutsuzluğu ile yıkılıyorum.
Artık hiç bir şey umurumda değil. Türk futbolundan tamamen kopuyorum, midem
bulanıyor bu sahnelenen sahte, vıcık vıcık gösteriden... Ağlıyorum, uğruna,
peşinden koştuğum kızla ilk buluşmamı iptal edip, bunun yüzünden kıçıma tekmeyi
yedikten sonra biricik sevgilim diye bağırmaya Ankara 19 Mayıs Stadına
koştuğum, gönül verdiğim, aşık olduğum
renklere yapılanlara tahammül edemiyorum. Kahroluyorum.
Sonra
çocuk kaybolduğu yerden gözyaşlarımı silmeye geliyor elindeki kumaş ile.
Bakıyorum; yıllar öncesinden gelen, el emeği göz nuru, iki kumaş parçasından
yapılma bayrak... Turuncudan iz taşıyan tok bir sarı ve vişneye çalan koyuca
tatlı bir kırmızı... Yıkılmışım, ruhum yıpranmış, berbat bir haldeyim ama
biliyorum ki tüm bunlar o renklerin suçu değil. Çocuk elimden tutuyor ve heyecanla
transfer döneminde kimi alırız diye muhabbet açıyor. Üzerimize parçalı
formalarımızı geçirip, kombine yenilemeye Arena’ya gidiyoruz. Spordan
soğuyorum, futboldan soğuyorum, hayattan soğuyorum ama Galatasaray’dan
soğuyamıyorum…