9 Mayıs 2012 Çarşamba

Sarı... Kırmızı... Şampiyon... Cimbom...


Babam her zaman, beni 3 yaşından beri maçlara götürdüğünü söyler. Ne zaman düşüncelerimi zorlasam, Yeni Garaj’da Türk Bayrağı yakan İngilizler, çok küçükken gidilen Altay sezon açılışı,  bazı hayal meyal görüntülerin dışında, şu maç gerçekten “Sarı... Kırmızı... Şampiyon... Cimbom...” diye bağırdığım ilk maç olarak kayıtlarda yer alıyor... 1986-1987 sezonu İzmir Atatürk Stadı’nda oynanan Altay – Galatasaray maçı, 2 gol attığımızı net hatırlıyorum ama 2-0 mı, 2-1 mi bitti bilmiyorum... Aklımda kalanlar da parça parça...  Hafif çatlak Arşimet lakaplı bir amigonun devre arasında elinde pankartlarla gelip tribünü coşturması. (Aynı adam bir gazetede sezon sonu şampiyon olunca yine elinde pankartla görüntülenmişti: “Heykelini Dikeceğim Dewrall)... Babamın oynanan futboldan oldukça memnun kalması ve şampiyonluk umudunu arttırması...   Kayıtlarımda yer alan ilk resmi tezahürat... “Turuncudan iz taşıyan tok bir sarı ve Vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızıdan oluşan bayrağın kalbimi sonsuza kadar fethettiği gün...” Sarı... Kırmızı... Şampiyon... Cimbom... Yaş 10...

Sonraki sezon yapılan güzel transferler ve Galatasaray oyunu domine edişi... Birden Avrupa’da 1. Turdan ötesini görememiş bir ülke, Şampiyon Klüpler Kupası’nda 2. Turu görüyor… Ama ilk maç 3-0 kaybedilmiş.  Siyasi olaylar, sahaya girenler, futbolu almış, siyaseti getirmiş. Konsantrasyon bozulmuş zaten yenilen 2 gol de bu arada gelmiş. 2 hafta sonra rövanş var. Rövanşta kimsenin umudu yok ama birden radyoda dinleyen bütün ülke kendinden geçiyor... 1… 2... .3... 4... 5... 5-0 bitiyor maç ve bir Türk takımı Şampiyon Klüpler Kupası’nda ilk kez çeyrek finale çıkıyor. Derken kara bulutlar... Maç iptal ediliyor, Galatasaray hükmen mağlup sayılıyor... Artık 11 yaşına gelmiş o çocuk duyar duymaz gözyaşlarına hâkim olamıyor... “Hakkımızı yemişler” diyor... Teselli eden babası oluyor...  “Merak etme oğlum, elbet düzeltirler...” Düzeliyor da... Umut tekrar yeşeriyor, hatta 11 yaşındaki o çocuk hayatında ilk ve şimdiye kadar tek Avrupa yarı finalini babası ile birlikte İzmir Atatürk Stadı’nda canlı canlı izliyor.

Yıllar hızla geçiyor... Parça parça görüntüler akıyor... Karla kaplı bir sahada son dakikada kaçan gol... Old Trafford’da 2-0 geriye düşüp de 3-2’yi bulduğumuz bir İngiltere akşamı... 4 sene üst üste şampiyonluk... Parken stadında final için sahaya çıkan aslanlar…  Çıkan bir omuza rağmen hırsla bakan ve omzunu sardıran bir kaptan… Sonra o çıkan omuzun üzerinde yükselen UEFA Kupası... 3 ay sonra gelen Süper Kupa... Kara günler... O karaltının içerisinden filizlenen ve 16 dakika beklemek gereken bir şampiyonluk... Kara, kapkara günler, düşmenin kıyısından dönülen bir sezon... Elimizden alınan evimiz Sami Yen... Daha bizim olamamış, hiçbir şey hissettirmeyen bir başka ev, Arena...

Artık her şeyi geride bırakalım yeni başkan liderliğinde yeni bir takım kuralım umutlarımızı yeniden yeşertelim derken o beyaz sayfaya dökülen iğrenç lekeler... Lekeleri temizlemek için elini bile oynatmayan bir federasyon... Saçmasapan ve uydurulan kararlar, değiştirilen statüler... Karar almanın basit olduğu ama basiretsiz ellerde uzadıkça uzadığına tanık olduğumuz günler... Sadece bir sezon uygulanacak ve birilerini kurtarmak için uygulandığı apaçık sistemler... 34 hafta sonra 9 puan farkla gelen liderlik. Puan farkını yarıya indiren 6 maç daha oynattıranlar… Sonunda puan farkını öyle ya da böyle eritenler ve son maça bırakanlar, bıraktıranlar...

İçimdeki, o 11 yaşında da böyle isyan eden çocuk bana ağlamaklı gözlerle bakıyor.. “Hakkımızı yemişler” diyor. Konuşamıyorum. O zaman babamın teselli ettiği gibi onu teselli edemiyorum.. Çünkü bu sefer bu haltı yiyen düzenin kendisiyken ağzımdan çıt çıkamıyor.  Ona aynı yüz ifadesi ile bakıyorum gözlerim dolu... “Yapacak bir şey yok” diyorum... Bana uzun uzun baktıktan sonra ortadan kayboluyor.  Ben içimdeki çocuğu kaybetmenin de öfkesi ve mutsuzluğu ile yıkılıyorum. Artık hiç bir şey umurumda değil. Türk futbolundan tamamen kopuyorum, midem bulanıyor bu sahnelenen sahte, vıcık vıcık gösteriden... Ağlıyorum, uğruna, peşinden koştuğum kızla ilk buluşmamı iptal edip, bunun yüzünden kıçıma tekmeyi yedikten sonra biricik sevgilim diye bağırmaya Ankara 19 Mayıs Stadına koştuğum,  gönül verdiğim, aşık olduğum renklere yapılanlara tahammül edemiyorum. Kahroluyorum.

Sonra çocuk kaybolduğu yerden gözyaşlarımı silmeye geliyor elindeki kumaş ile. Bakıyorum; yıllar öncesinden gelen, el emeği göz nuru, iki kumaş parçasından yapılma bayrak... Turuncudan iz taşıyan tok bir sarı ve vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızı... Yıkılmışım, ruhum yıpranmış, berbat bir haldeyim ama biliyorum ki tüm bunlar o renklerin suçu değil. Çocuk elimden tutuyor ve heyecanla transfer döneminde kimi alırız diye muhabbet açıyor. Üzerimize parçalı formalarımızı geçirip, kombine yenilemeye Arena’ya gidiyoruz. Spordan soğuyorum, futboldan soğuyorum, hayattan soğuyorum ama Galatasaray’dan soğuyamıyorum…

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...